Bazı filmler sizi ısıtır. Battaniyenin altına geçip "Ölü Ozanlar Derneği" kıvamında bir film seyretmenin zevkini başka ne verebilir ki. Ama ben bu filmi Beyoğlu Yeşilçam sinemasında seyrettim. Oranın ambiansını bilen bilir.
1940 yılların sonunda Fransa'da sorunlu öğrencilerin olduğu yatılı bir okul düşünün. Hayır Hababam Sınıfı gibi değil. Bunlar neredeyse Islahevi'ne yollanacak kadar sorunlu çocuklar. Çok sert ve bağnaz bir okul müdürü var. Çocukları olabilecek en kötü biçimde cezalandıran sorunlu biri.
Bir gün okula bir müzik öğretmeni gelir ve her şey değişmeye başlar. Çocuklar ilk başlarda müzik öğretmeninin kurduğu koroya karşı ayak direseler de sonradan onlar da bu işten zevk almaya başlarlar.
Koronun söylediği parçalar ve çocukların sesleri muhteşem. Oldukça duygulanacağınız ve iyi bir öğretmenin neler yapacağını oldukça güzel bir biçimde göreceksiniz.
Filmin ana soundtrack'i olan Vois Sur Ton Chemin gelmiş geçmiş en iyi film müziklerinden diyebilirim. Daha sonra Candan Erçetin de yarı Türkçe yarı Fransızca bir çocuk korosuyla seslendirmiştir bu parçayı.
16 Aralık 2016 Cuma
5 Aralık 2016 Pazartesi
1000 Yıllık İran Tarihi: Semerkant
Amin Maalouf'un okuduğum ilk kitabı.
Kitabın asıl konusu Ömer Hayyam ve Rubaiyat'ı... Ancak bu asıl konunun dışına o kadar çıkılmış ki 316 sayfalık romanın neredeyse 150 sayfası İran'ın siyasi hareketleriyle geçiyor.
Ömer Hayyam'ın sadece Rubai yazan bir yazar olmadığını, rasathanesinden astronomiyle ilgili çalışmalar yaptığını, matematik konusunda oldukça iyi olduğunu ve takvimler hazırlayan bir filozof-bilim adamı-edebiyatçı olduğunu görüyoruz.
Roman'da anlatılan Ömer Hayyam gerçekten de Rubailerinde anlattığı gibi insanları incitmekten ve siyasetten oldukça uzak kalan kendi halinde bir adam aslında. Ancak ne kadar devlet işlerine karışmak istemese de onu sürekli onu devlet işlerinin içine çekmeye çalışıyorlar. Yine kitapta Hasan Sabbah'ın hayatını, nufüzunu Ömer Hayyam'a borçlu olduğu anlatılıyor.
Fedailerin kalesi Alamut kitabında Vladimir Bartol'un Hasan Sabbah, Nizamülmülk ve Ömer Hayyam'ın okul arkadaşı oldukları iddiası bu kitapta yalanlanıyor. Çünkü Nizamülmülk ile Ömer Hayyam arasında 30 yaş fark olduğunu iddia ediyor Maalouf.
İran'ın yakın tarihi üzerindeki İngiliz ve Rus baskısını anlatan yazar Amerika'yı bir melek gibi gösteriyor. Oldukça taraflı ve rahatsız edici biçimde Amerikancı bir tavır sergiliyor.
Kısaca siyasi olayları çıkarırsak ve sonundaki olayı bağlayan Titanik macerasını çıkarırsak daha da güzel bir kitap olabilirmiş. Bu haliyle bile iyi bir kitap olduğunu söylemeliyim ama.
''Ne diyebilirim ki sana, varlığın sırları saklı senden, benden; bir düğüm ki ne sen çözebilirsin, ne ben. Bizimki perde arkasında dedikodu; bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben!''
Derler ki, binli yılların başlarında çağı etkilemiş üç İranlı vardır: Dünyayı gözlemlemiş olan Ömer Hayyam, dünyaya hükmetmiş olan Nizamülmülk ve dünyayı titretmiş olan Hasan Sabbah.
Bizde savaşan erkeklerdir, ama kime karşı savaşacaklarını kadınlar söyler.
Kalk haydi, ebediyen uyuyacağız zaten!
Ne bilginler geldi, neler buldular! Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar. Hangisi yarıp geçti bu karanlığı? Birer masal söyleyip uyuya kaldılar..
Geçip gidiyor o asude gençlik çağı
Unutmak için dikiyorum kafama şarabı.
Acı mı geldi? Böylesi gider hoşuma
Ömrümün ağızda bıraktığı tat da acı.
Kitabın asıl konusu Ömer Hayyam ve Rubaiyat'ı... Ancak bu asıl konunun dışına o kadar çıkılmış ki 316 sayfalık romanın neredeyse 150 sayfası İran'ın siyasi hareketleriyle geçiyor.
Ömer Hayyam'ın sadece Rubai yazan bir yazar olmadığını, rasathanesinden astronomiyle ilgili çalışmalar yaptığını, matematik konusunda oldukça iyi olduğunu ve takvimler hazırlayan bir filozof-bilim adamı-edebiyatçı olduğunu görüyoruz.
Roman'da anlatılan Ömer Hayyam gerçekten de Rubailerinde anlattığı gibi insanları incitmekten ve siyasetten oldukça uzak kalan kendi halinde bir adam aslında. Ancak ne kadar devlet işlerine karışmak istemese de onu sürekli onu devlet işlerinin içine çekmeye çalışıyorlar. Yine kitapta Hasan Sabbah'ın hayatını, nufüzunu Ömer Hayyam'a borçlu olduğu anlatılıyor.
Fedailerin kalesi Alamut kitabında Vladimir Bartol'un Hasan Sabbah, Nizamülmülk ve Ömer Hayyam'ın okul arkadaşı oldukları iddiası bu kitapta yalanlanıyor. Çünkü Nizamülmülk ile Ömer Hayyam arasında 30 yaş fark olduğunu iddia ediyor Maalouf.
İran'ın yakın tarihi üzerindeki İngiliz ve Rus baskısını anlatan yazar Amerika'yı bir melek gibi gösteriyor. Oldukça taraflı ve rahatsız edici biçimde Amerikancı bir tavır sergiliyor.
Kısaca siyasi olayları çıkarırsak ve sonundaki olayı bağlayan Titanik macerasını çıkarırsak daha da güzel bir kitap olabilirmiş. Bu haliyle bile iyi bir kitap olduğunu söylemeliyim ama.
''Ne diyebilirim ki sana, varlığın sırları saklı senden, benden; bir düğüm ki ne sen çözebilirsin, ne ben. Bizimki perde arkasında dedikodu; bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben!''
Kalk haydi, ebediyen uyuyacağız zaten!
Unutmak için dikiyorum kafama şarabı.
Acı mı geldi? Böylesi gider hoşuma
Ömrümün ağızda bıraktığı tat da acı.
28 Kasım 2016 Pazartesi
Hayalle gerçek arası: Fenni Sihirler-Gölge
Kitap, Eski İstanbul sınırları içinde Edinekapı-Nişantaşı arasında geçiyor. Osmanlı'nın Abdülhamit döneminde...
Civalı zarlar yaparak kumar oynayan Kahkah, civalı zar yutup konuşamaz ve elma dışında hiçbir şey yemeyen Ab'ab, Edinekapı surlarının dibinde bir mezbelelikte yaşarlar. Bir gün bir adam bir çocuğu dünya'nın bütün kötülüklerinden uzak kalması için Kahkah'a bırakır.
Kahramanımız İsmail, bu çocuktur. Kahkah çocuk Dünyanın kötülüklerinden uzak olsun diye onu ip cambazı olarak büyütecektir. Daha sonra bu ip cambazımıza dostluk edecek İstanbul'daki büyük maymun katliamından kurtulan şebek Leylifer katılacak ve yoldaşı olacaktır.
İhsan Oktay Anar'ın tarzına çok yakın hatta ondan esinlenmiş bir kitap gibi geldi bana.
Kitapta çok güzel sahneler var. Bu kitaptan sonra Rüyabazlarla ilgili bir kitap daha çıkar diye düşünüyorum.
Genel itibariyle oldukça güzel bir kitap ama Spielberg'in Yapay Zeka'sında olduğu gibi biraz fazla uzatılmış gibi. Son 10-15 sayfasını yazar uzatmadan bıraksaydı bana göre şahane bir son hatta sonrasına sarkacak bir serinin başlangıcı olabilecekti.
“Güçlü olanın gerçeğe boyun eğmesi gerekmezdi. Çünkü o, gerçeğin yerine de geçebilecek kadar ehli kudretti onların gözünde”
“İnandırmak çok önemli. İnsanlar senin gerçeği anlatmanı değil, onları inandırmanı isterler. Çok fazla titizlenmene lüzum yok, temaşacıyı inandır, yeter”
“Dünya görmek istediğimiz şeylerin panayırıdır. İnsan baktığını görmez, gördüğüne bakar. Görmek istemediklerimiz ise hususi cehennemimizi donatır.
“insanların en büyük ihtiyacının yalan olduğunu bir kez daha öğrenmiştim.”
Civalı zarlar yaparak kumar oynayan Kahkah, civalı zar yutup konuşamaz ve elma dışında hiçbir şey yemeyen Ab'ab, Edinekapı surlarının dibinde bir mezbelelikte yaşarlar. Bir gün bir adam bir çocuğu dünya'nın bütün kötülüklerinden uzak kalması için Kahkah'a bırakır.
Kahramanımız İsmail, bu çocuktur. Kahkah çocuk Dünyanın kötülüklerinden uzak olsun diye onu ip cambazı olarak büyütecektir. Daha sonra bu ip cambazımıza dostluk edecek İstanbul'daki büyük maymun katliamından kurtulan şebek Leylifer katılacak ve yoldaşı olacaktır.
İhsan Oktay Anar'ın tarzına çok yakın hatta ondan esinlenmiş bir kitap gibi geldi bana.
Kitapta çok güzel sahneler var. Bu kitaptan sonra Rüyabazlarla ilgili bir kitap daha çıkar diye düşünüyorum.
Genel itibariyle oldukça güzel bir kitap ama Spielberg'in Yapay Zeka'sında olduğu gibi biraz fazla uzatılmış gibi. Son 10-15 sayfasını yazar uzatmadan bıraksaydı bana göre şahane bir son hatta sonrasına sarkacak bir serinin başlangıcı olabilecekti.
“Güçlü olanın gerçeğe boyun eğmesi gerekmezdi. Çünkü o, gerçeğin yerine de geçebilecek kadar ehli kudretti onların gözünde”
“İnandırmak çok önemli. İnsanlar senin gerçeği anlatmanı değil, onları inandırmanı isterler. Çok fazla titizlenmene lüzum yok, temaşacıyı inandır, yeter”
“Dünya görmek istediğimiz şeylerin panayırıdır. İnsan baktığını görmez, gördüğüne bakar. Görmek istemediklerimiz ise hususi cehennemimizi donatır.
“insanların en büyük ihtiyacının yalan olduğunu bir kez daha öğrenmiştim.”
24 Kasım 2016 Perşembe
Kapı
12-13 Sene önce yazdığım saçma bir yazımı buldum:
Yorgun bir çarşamba akşamıydı. Siyahlar içinde bir adam, rutin yolunda her zamanki çamur, kum,toz ve trafik engellerini aşarak asansörsüz binanın 5.katına ıkına ıkına, birazda bayır yukarı çıkan sağlam bir Mercedes kamyon ayarında tırmanarak elini anahtarın değilde, anahtarın kabarttığı kot cebine atarak kapıyı açmak üzereydi ki apartman otomatiği sönerek, onu sürekli yapageldiği eyleminden mahrum bıraktı.
Siyahlı adam yanlış hatırlamıyorsam-ki kesinlikle yanlış hatırlamam-bendim. Evet,evet o siyahlı adam bendim.Siyah kabanımın altında cırlak kırmızı bir eşofman üstü olduğunu bilen tek kişi de yine bendim. Hem siyahlı hem de kırmızılıydım ama bir karpuz gibi içinin dışarıdan anlaşılamayacağı ve yalnızca meraklısının çözebileceği bir bulmacanın yukarıdan aşağı yedisinin ikisiydim.
Biran aklıma, şu an aklıma gelmeyen gelse de gülüp geçebileceğim, sonra da yine uzun süre hatırlamayacağım, aslında hiç de komik olmayan bir fıkranın gelmesi durumunda yüzümün alacağı durumun diğer insanlar tarafından nasıl görüneceği düşüncesi geldi. Aynı Erenköy tren istasyonunda, yağmurun azizliğiyle iyice kayganlaşmış, insanları düşürmek için etrafı
kollayan sıra sıra ,inim inim inleyen, Necip Fazıl'ın Kaldırımlar'ından daha iktidarsız ve daha da kalleş olan ve insanın ömrü boyunca yürüyüp de bitiremediği, Faruk Nafiz'in ağır ağır çıkılmasını sıkı sıkıya tembihlediği merdivenlerde ayağımın kayıp da sayaç gibi popomun üstünde her basamağı itinayla ziyaret edişim gibiydi.Tam o sırada Shaekespeare'in trene binerken uzattığı kuru kafa yok mu? "Ulan, istemem" diyorum, "Ölümü gör,al!"diye ısrar ediyor."Abi, beni hafife alıyorsun,ben çok kral bir yazar olacam." diye senelerce başımın etini yedi. Hem de İngiliz edebiyatında söz sahibi olacakmış. Bir gün kenara çektim keratayı"Oğlum bak,delikanlı adamsın, İngiliz senin neyine?Biz burada İngiliz mi seviyoz?" dedim."Haklısın abi!"dedi, yine de yola gelmedi eşşoğlusu.
Biran aklıma, şu an aklıma gelmeyen gelse de gülüp geçebileceğim, sonra da yine uzun süre hatırlamayacağım, aslında hiç de komik olmayan bir fıkranın gelmesi durumunda yüzümün alacağı durumun diğer insanlar tarafından nasıl görüneceği düşüncesi geldi. Aynı Erenköy tren istasyonunda, yağmurun azizliğiyle iyice kayganlaşmış, insanları düşürmek için etrafı
21 Kasım 2016 Pazartesi
The Hunt
Türkçe'ye Onur Savaşı diye çevrilmiş adı. Aslında "The Hunt" yani "Av" bence daha güzel giderdi.
Günümüzün Türkiye'sinde çok tartışılan çocuk tacizini konu eden ve kuzey toplumlarının bu konuda ne kadar hassas olduğunu oldukça iyi anlatan bir film. Mads Mikkelsen, her zamanki gibi yine döktürüyor.
Bir öğretmeni canlandırdığı 2012 yapımı filmde suçsuzluğunu ispat etmeye çalışır. Bu oldukça zor bir dönemdir. Küçük sakin bir kasabada haklın arasına tekrar karışmak kolay olmayacaktır.
Filmde yer alan bütün oyuncular ayrı bir doğallıkta, kasabanın manzarası ve sakinliği sizi oralarda yaşama isteğiyle dolduracak. İster istemez kendinizi böyle bir duruma düşsem acaba ne yapardım? derken buluyorsunuz. Ardından cevapsız kalan, açıkta kalan bir şeyler mutlaka olur diyorsunuz. Sonra bir kurşun sesi ormanın içinde yankılanır. O cevapsız kalan boşluğu bu ses dolduracaktır. Film bittiğinde gardınız düşecektir. Böyle bir duruma hiçbir zaman düşmemek için her şeyinizi vermek isteyeceksiniz.
Oldukça yavaş ama keyifle akan bir film. Kesinlikle seyretmelisiniz. Hele hele bugünlerde...
Günümüzün Türkiye'sinde çok tartışılan çocuk tacizini konu eden ve kuzey toplumlarının bu konuda ne kadar hassas olduğunu oldukça iyi anlatan bir film. Mads Mikkelsen, her zamanki gibi yine döktürüyor.
Bir öğretmeni canlandırdığı 2012 yapımı filmde suçsuzluğunu ispat etmeye çalışır. Bu oldukça zor bir dönemdir. Küçük sakin bir kasabada haklın arasına tekrar karışmak kolay olmayacaktır.
Filmde yer alan bütün oyuncular ayrı bir doğallıkta, kasabanın manzarası ve sakinliği sizi oralarda yaşama isteğiyle dolduracak. İster istemez kendinizi böyle bir duruma düşsem acaba ne yapardım? derken buluyorsunuz. Ardından cevapsız kalan, açıkta kalan bir şeyler mutlaka olur diyorsunuz. Sonra bir kurşun sesi ormanın içinde yankılanır. O cevapsız kalan boşluğu bu ses dolduracaktır. Film bittiğinde gardınız düşecektir. Böyle bir duruma hiçbir zaman düşmemek için her şeyinizi vermek isteyeceksiniz.
Oldukça yavaş ama keyifle akan bir film. Kesinlikle seyretmelisiniz. Hele hele bugünlerde...
Yezidin Kızı
Refik Halit Karay, siyasi nedenlerle Suriye'ye sürülmüş bir yazar. Bu kitap da görez yaptığı Suriye ve Irak topraklarında 1934'te geçiyor.
Kitabın çoğunluğu Yezidiliğin ne olduğunu, bu dinle ilgili yanlış bilinenleri ve Yezidi halkının nasıl zulümler gördüğünü anlatıyor.
Yezidilik, Muaviye'nin oğlu Yezid'le mesela uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan bir din. Yine bu dine atfedilen mum söndü ayinleri yok. Hem Müslümanlıktan hem de Hristiyanlıktan hem de ateşe tapan atalarından öğrendikleri inançları birleştirmiş bir görüşe sahipler. Zamanla gördükleri kötü muamele ve katliamlardan sonra bir kısmı zorla Müslüman ve bir kısmı da Hristiyan olmuştur.
Hikayemizin kadın kahramanı da Hristiyan olan ve Arjantine giden Yezidilerin başının kızı. Bu kızın amacı da yıllar sonra Yezidilerin eskiden yaşadıkları bölgede bir ülke kurmak. Ve ülke kurmak için de Suriye, Irak ve Türkiye gibi ülkelerden medet umuyor. Ancak o zaman bile ortadoğuda cirit atan İngiliz casusları nedeniyle bu hayal sulara gömülüyor.
Yazarın anlatımı müthiş. Bu Yezidi kıza duyduğu aşk ve onu anlatışı inanılmaz.
Sonunda çok eziyet çekmemek için büyük zevklerden mahrum kalmayı tercih ederim...
Cennette zevki kanıksamanız, cehennemde ezayı benimsemeniz mümkündür; en hoş geçireceğiniz devir, zannederim araftır.
Ben şimdi oradayım.
18 Kasım 2016 Cuma
Yanılsamalar Kitabı
Paul Auster'ın okuduğum 2. kitabı. Birbirine çok benzer özellikleri var. Gördüğüm kadarıyla yazar, aynı Sabahattin Ali ve Zweig romanlarında olduğu gibi hikaye içinde hikaye oluşturuyor, sonunda da bunları birbirine bağlıyor. Ancak bu bağlayış ve senaryo inanılmaz bir işçilikte yapılmış.
Kitabın bir bölümünde profesörün hakkında kitap yazdığı Hector'un sessiz filmini anlattığı bir bölüm var. Bu bölüm edebiyat tarihinin belki de en yaratıcı en gerçekçi ve hayal edilebilir tasviridir. Okuduktan sonra o hayali filmi sanki gerçekten sinemada seyretmişim gibi gözlerimi kapadım. Düşündüm uzun süre. Bu adamın yazdıkları sanırım sihirli dedim. Sonra tekrar okudum. Kelimeler normaldi. Ama bu normal kelimeleri çok büyük bir ustadan başkası yan yana getirip sihirli hale getirebilirdi. İlk okuduğum kitabı Görünmeyen'le vazgeçmek üzere olduğum yazar meğerse ustaların ustasıymış.
Okumadıysanız hemen okuyun derim.
Kitaptan birkaç güzel alıntı:
Sana bir kez ihanet edeni affedersen seni yine kullanır; çünkü ihanet bir ruh hali değil, karakterin dökülüş biçimidir...
Hayatını kurtarmak istiyorsan önce onu mahvetmenin eşiğine gelmelisin...
''Bir insanı neden sevdiğiniz sorusuna cevap bulamıyorsanız,
Onu gerçekten seviyorsunuzdur...''
''Sizi tatlı kılacak kadar mutluluğunuz olsun, güçlü kılacak kadar acınız ve sizi kullanmalarına fırsat vermeyecek kadar umudunuz...''
''...unutma:
ciddiye al ama kapılma.
dalga geç ama kırma.
sahip ol bu hayatta, asla ait olma...''
Hayatın en hüzünlü anı, deli gibi sevdiğin insanın buna değmediğini gördüğün andır. Ve en büyük kaybın ona harcadığın zamandır..
''İnsanlar asla söyledikleri kadar meşgul değillerdir. İnsanların öncelikleri vardır. Ve bazen sıra sana gelmez...''
Neden mutsuzsun..? dedi. Mutsuz değil, beceriksizim dedim. Sizin gibi, mutlu olduğumu sanmayı beceremiyorum. Hepsi bu...
Kitabın bir bölümünde profesörün hakkında kitap yazdığı Hector'un sessiz filmini anlattığı bir bölüm var. Bu bölüm edebiyat tarihinin belki de en yaratıcı en gerçekçi ve hayal edilebilir tasviridir. Okuduktan sonra o hayali filmi sanki gerçekten sinemada seyretmişim gibi gözlerimi kapadım. Düşündüm uzun süre. Bu adamın yazdıkları sanırım sihirli dedim. Sonra tekrar okudum. Kelimeler normaldi. Ama bu normal kelimeleri çok büyük bir ustadan başkası yan yana getirip sihirli hale getirebilirdi. İlk okuduğum kitabı Görünmeyen'le vazgeçmek üzere olduğum yazar meğerse ustaların ustasıymış.
Okumadıysanız hemen okuyun derim.
Kitaptan birkaç güzel alıntı:
Sana bir kez ihanet edeni affedersen seni yine kullanır; çünkü ihanet bir ruh hali değil, karakterin dökülüş biçimidir...
''Bir insanı neden sevdiğiniz sorusuna cevap bulamıyorsanız,
Onu gerçekten seviyorsunuzdur...''
ciddiye al ama kapılma.
dalga geç ama kırma.
sahip ol bu hayatta, asla ait olma...''
Hayatın en hüzünlü anı, deli gibi sevdiğin insanın buna değmediğini gördüğün andır. Ve en büyük kaybın ona harcadığın zamandır..
''İnsanlar asla söyledikleri kadar meşgul değillerdir. İnsanların öncelikleri vardır. Ve bazen sıra sana gelmez...''
Neden mutsuzsun..? dedi. Mutsuz değil, beceriksizim dedim. Sizin gibi, mutlu olduğumu sanmayı beceremiyorum. Hepsi bu...
17 Kasım 2016 Perşembe
Ağır Küfürlerin Başucu Kitabı: Müptezeller
Gerçek bir hayat hikayesi gibi başlıyor ve öyle devam ediyor. Yazar Emrah Serbes'in daha önce yaşadığı Antalya, Ankara, İstanbul şehirlerinde tam bir kaybedenler, saygınlığını kaybedenler (Müptezeller) hikayelerinden oluşuyor.
Yaşananlar içinde bolca hayal ürünü kanun dışı işler var. Bacağı kırılmış hasta adamın ağrısını dindirmek için uyuşturucu içirmesi de absürdlüklerden birisi. Yani bazı gerçekleri bu tip tuhaf olaylarala karıştırınca ortaya ağza alınmayacak bol küfürlü, nedensiz aşırıya kaçan davranışlarla dolu bir sezar salata çıkmış.
Küfürlere özellikle dikkat edin. Çok rahatsız edici bir kitap bu açıdan.
Aralara serpiştirilmiş inci gibi sözlerin olduğunu, düşündürdüğünü hayran bıraktığını da ifade etmem gerekir. İyi yönleri gözardı edilirse kesinlikle almamanız gereken bir kitap. Almak isteyenler için rahatsız olmam diyenler için de oldukça akıcı bir çırpıda bitecek bir kitap.
Gemiler geçiyordu batıdan, gemiler geçiyordu doğudan, gemiler geçiyordu kuzeyden ve güneyden, her yönden gemiler geçiyordu ama hiçbiri benim için geçmiyordu. Yalnız başıma oturuyordum. Gidecek yerim yoktu. Gitmek istediğim bir yer yoktu.
"Uyumak istemiyorum," dedi.
"Neden?"dedim.
"En kötü düşünceler yatarken aklıma geliyor."
Bu ülkede ölmek sıradan bir şakadır.
“Bir hayal, gerçeğin kıyısından geçtiğinde, iki göz bir mahremde buluştuğunda, iki el birbirini bulduğunda, iki kalp birbirine dokunduğunda, bu dünyada bitmemiş ümitler adına bir çiçek açar ve umutsuzluk bir adım geri atar, bu coşkun yüreğin zaferidir ve insanın karanlıkta atabileceği yegâne adımdır. Hala içim sızlıyordu. Her şeyi acıyla öğrendiyseniz mutluluktan da içiniz sızlar.”
“seni seviyorum,” diye bağırdım. “Bu gece ve her gece seni seveceğim. Kimi özlediğimi bilmediğim zamanlarda bile seni seviyordum. İçimdeki yokluğun ne yokluğu olduğunu bilmediğimde bile seni seviyordum. Sen yanımdayken içimde bütün bir şehre yetecek kadar mutluluk vardı. “
"Ona üzülmüyorum ki ben dedi babam. Her ay evin taksitini ödedik de ne oldu? Bak, uçup gitti elimizden balon gibi. Keşke seni ağlatmasaydık çocukken. Keşke sana o akülü arabayı alsaydık."
Yaşananlar içinde bolca hayal ürünü kanun dışı işler var. Bacağı kırılmış hasta adamın ağrısını dindirmek için uyuşturucu içirmesi de absürdlüklerden birisi. Yani bazı gerçekleri bu tip tuhaf olaylarala karıştırınca ortaya ağza alınmayacak bol küfürlü, nedensiz aşırıya kaçan davranışlarla dolu bir sezar salata çıkmış.
Küfürlere özellikle dikkat edin. Çok rahatsız edici bir kitap bu açıdan.
Aralara serpiştirilmiş inci gibi sözlerin olduğunu, düşündürdüğünü hayran bıraktığını da ifade etmem gerekir. İyi yönleri gözardı edilirse kesinlikle almamanız gereken bir kitap. Almak isteyenler için rahatsız olmam diyenler için de oldukça akıcı bir çırpıda bitecek bir kitap.
Gemiler geçiyordu batıdan, gemiler geçiyordu doğudan, gemiler geçiyordu kuzeyden ve güneyden, her yönden gemiler geçiyordu ama hiçbiri benim için geçmiyordu. Yalnız başıma oturuyordum. Gidecek yerim yoktu. Gitmek istediğim bir yer yoktu.
"Neden?"dedim.
"En kötü düşünceler yatarken aklıma geliyor."
Bir Köy Hikayesi: Dostlar Arasında
Dostlar Arasında, İsrail'in ilk kuruluş yıllarında bir köyde geçen küçük hikayelerden oluşuyor.
Bu küçük köyde yaşanan ihanetler, iyilikler, güzellikler, kötülükler her şey ama her şey çok samimi ve insanın içine işliyor.
Kötülüğe kötülükle değil aksine iyilikle ve anlayışla yaklaşan insanların hala var olduğunu görmek güzel. Ancak yaşam tarzları ve işleri paylaşma biçimleri sanki sosyalist bir ülke düzenine benziyor. Bütün işler paylaşılmış ve insanlar gönüllü biçimde bu görevleri yerine getiriyorlar. Kendilerince bir yönetim biçimleri, oldukça demokratik bir de oylama yöntemleri var.
Geleneklerin dışına çıkmak, köyü bırakıp gitmek pek mümkün olmuyor. Hatta Üniversiteyi İtalya'da okumak isteyen bir gence bile gidiş izni vermeye pek yanaşmıyorlar. Gidenleri de artık aralarına almıyorlar.
Az sayfa sayısıyla hem seyahatlerde hem de kafa dağıtmak için ideal samimi bir kitap.
Bu küçük köyde yaşanan ihanetler, iyilikler, güzellikler, kötülükler her şey ama her şey çok samimi ve insanın içine işliyor.
Kötülüğe kötülükle değil aksine iyilikle ve anlayışla yaklaşan insanların hala var olduğunu görmek güzel. Ancak yaşam tarzları ve işleri paylaşma biçimleri sanki sosyalist bir ülke düzenine benziyor. Bütün işler paylaşılmış ve insanlar gönüllü biçimde bu görevleri yerine getiriyorlar. Kendilerince bir yönetim biçimleri, oldukça demokratik bir de oylama yöntemleri var.
Geleneklerin dışına çıkmak, köyü bırakıp gitmek pek mümkün olmuyor. Hatta Üniversiteyi İtalya'da okumak isteyen bir gence bile gidiş izni vermeye pek yanaşmıyorlar. Gidenleri de artık aralarına almıyorlar.
Az sayfa sayısıyla hem seyahatlerde hem de kafa dağıtmak için ideal samimi bir kitap.
Fedaileri Kalesi Alamut
Tarihin akışını değiştirmek için birçok farklı yol var. Ancak Hasan Sabbah tarihi, şeytani ve keskin zekasıyla şekillendirmiştir.
Hasan Sabbah, Şii'liğin bir kolu olan İsmaili inancını dünyaya hakim kılmak için Haşhaşi tarikatını kurmuş. Yaşadığı sürece de İran'ın kuzeyi merkez olmak üzere geniş bir alanda birçok hükümdarın korkulu rüyası olmuştur.
Hasan Sabbah, rivayetlere göre Selçuklu Başveri Nizam-ül Mülk ve Ömer Hayyam'ın okul arkadaşıydı.
Hatta bu tarikatı kurmak için fikri de Ömer Hayyam'dan aldığı söylenir.
Ve o dönemde Bağdat'ta Sünnilerin halifesi, Kahire'de de Şii'lerin halifesi çekişme içindeydi. Hasan Sabbah, Mısır'a "gerçek halife"sinin yanına gider ancak burada geçirdiği 3.yılın sonunda Halifenin veziri Bedr el-Cemâli'nin düşmanlığını kazanır ve öldürülmek üzere henüz bilinmeyen bir limana öldürülmek üzere yollanır. Ancak Hasan, çıkan bir fırtınayı fırsat bilerek Kaptan'ı altınla kandırır. Gemide bulunanlara da "Allah bizi bu fırtınadan kurtaracak ve Suriye'de karaya çıkacağız" der.
Fırtınadan kurtulup da Suriye'de karaya çıkanlar Hasan'ın bir peygamber olabileceği söylentisini başlatırlar.Hasan, ölümden kurtulmuştur. Ve bu durumu kendini yüce bir insan gibi gösterecek derecede de şanslı olmuştur. Hedefi Kuzey İran'da bir hakimiyet kurmaktır...
Hepimiz geleceği çok fazla düşünüyoruz.Bu sebeple de bugünümüzü heba ediyoruz.
"Hayatın aslında bir masala benzediği doğruymuş."
Bilge insan için mutlulukla mutsuzluk arasında bir fark yoktur, sadece aptallar ve budalalar mutlu oldukları için sevinirler!
"Çok düşünmeme neden oluyorsun İbni Sabbah."
"Bir kadın düşünmeye başladı mı tehlikeli oluyor"
Çölde açlıktan ölmekte olan bir çakal kafesteki karnı tıka basa tok bir aslandan daha mutludur.
Bilinç seviyesi ne kadar düşerse fanatiklik de o ölçüde artar.
Hasan Sabbah, Şii'liğin bir kolu olan İsmaili inancını dünyaya hakim kılmak için Haşhaşi tarikatını kurmuş. Yaşadığı sürece de İran'ın kuzeyi merkez olmak üzere geniş bir alanda birçok hükümdarın korkulu rüyası olmuştur.
Yine anlatılanlara göre bu 3 kafadar okuldayken ilk önce kim yüksek mevkiye gelirse diğerlerine yardım edecekti. Ve öyle de oldu. Nizam-ül Mülk Başvezirliğe yükselince Ömer Hayyam'a hatırı sayılır bir maaş bağlatmıştır. Bu dönemde Hasan kendini İsmaili düşüncesini Dünya'ya nasıl hakim kılarım diyerek gerçeğin peşine düşmüştür.Ancak gerçeğin peşine düşmenin onu hiçliğe sürükleyeceğini tahmin edememişti.
Fırtınadan kurtulup da Suriye'de karaya çıkanlar Hasan'ın bir peygamber olabileceği söylentisini başlatırlar.Hasan, ölümden kurtulmuştur. Ve bu durumu kendini yüce bir insan gibi gösterecek derecede de şanslı olmuştur. Hedefi Kuzey İran'da bir hakimiyet kurmaktır...
Bu kitabı mutlaka okumalısınız.
"Çok düşünmeme neden oluyorsun İbni Sabbah."
"Bir kadın düşünmeye başladı mı tehlikeli oluyor"
Bilinç seviyesi ne kadar düşerse fanatiklik de o ölçüde artar.
Begümün 500 Milyonu
Jules Verne'in okuduğum en değişik en hoş kitaplarından biri. Konusu oldukça değişik.
İngiliz Vatandaşı Hintli bir prenses Begüm'den kalan göz kamaştırıcı bir mirasın seneler sonra 2 varisi çıkar. Biri Fransız doktor Sarrasin diğeri ise Alman profesör Schultze.
Fransız doktor insanların huzur içinde yaşadığı sağlık hizmetlerinin kusursuz işlediği tam anlamıyla ideal bir şehrin kuruluşuna başlar. Ve bunda da başarılı olur.
Alman profesör ise Dünyanın en gelişmiş toplarını ve silahlarını üreten Dünyanın her yerine silah yollayan, deyim yerindeyse para basan büyük bir fabrika kent inşa eder.
İngiliz Vatandaşı Hintli bir prenses Begüm'den kalan göz kamaştırıcı bir mirasın seneler sonra 2 varisi çıkar. Biri Fransız doktor Sarrasin diğeri ise Alman profesör Schultze.
Fransız doktor insanların huzur içinde yaşadığı sağlık hizmetlerinin kusursuz işlediği tam anlamıyla ideal bir şehrin kuruluşuna başlar. Ve bunda da başarılı olur.
Alman profesör ise Dünyanın en gelişmiş toplarını ve silahlarını üreten Dünyanın her yerine silah yollayan, deyim yerindeyse para basan büyük bir fabrika kent inşa eder.
Alman profesörün asıl amacı tam zıttı görüşteki diğer varisin şehri üzerinde son geliştirdiği silahla bir deneme yapmak ardından da Dünya'yı ele geçirmeye çalışmak.
İyi ile kötünün muazzam matematik zekayla anlatıldığı, aksiyon ve bilim kurgunun müthiş harmanlanmasıyla oluşturulmuş bir kitap. Kesinlikle okunmalı.
16 Kasım 2016 Çarşamba
Bir Ses Böler Geceyi
Sanki bir rüyanın içinde geçiyor. Süha, eski model cipiyle bir yağmurlu gecede ıssız bir Alevi köyünün yakınlarındaki mezarlıkta yoldan çıkıp aracı bir ağaca çarparak durur. Başını direksiyona çarpmıştır ve mezarlığın biraz dışında açılmış bir mezar görür. Ürperir ve çamurlu yollardan yürüyerek yardım istemeye köye doğru yola çıkar.
Önce köyün meydanına gider ama köydeki hiçbir evin ışıkları yanmıyor, etrafta çıt çıkmıyordur. Bu saatte herkes uyuyor olamaz diye düşünür. Birkaç kapıyı çalar ve seslenir ama hiçbir yanıt alamaz.
Köyün başka bir girişinden girdiğinde eski bir evin köyün bütün yaşayanlarıyla dolu olduğunu ve içeride çok önemli bir konunun konuşulduğuna şahit olur.
Bu kitapta Alevilik'le ilgili ve gerçeği arayan bir gencin başına gelenler ve ölüşünden sonra ortada kalan naaşıyla ilgili oldukça hoş bir hikaye var. Kitabın belirgin bir korku ve gerilim unsurlarıyla başlaması ve gidişinin değişik boyutlara taşınması okuyucuyu şaşırtan özelliklerinden.
Lakin bilmek öyle kolay iş değildir kızanım. Bilmek için bıkıp usanmadan çalışmak, susuz kalmış bir çiçek suyu nasıl emerse öyle iştahla öğrenmek gerekir.
İnsan her şeye alışır diyorlar ya, öyle değil aslında. Başka çaren olmadığı için katlanıyorsun ama alışmıyorsun.
Mücadele ister silahla, ister sözle olsun, marifet gerektirir. Marifete sahip olmayan kişiler kazanamaz.
Önce köyün meydanına gider ama köydeki hiçbir evin ışıkları yanmıyor, etrafta çıt çıkmıyordur. Bu saatte herkes uyuyor olamaz diye düşünür. Birkaç kapıyı çalar ve seslenir ama hiçbir yanıt alamaz.
Köyün başka bir girişinden girdiğinde eski bir evin köyün bütün yaşayanlarıyla dolu olduğunu ve içeride çok önemli bir konunun konuşulduğuna şahit olur.
Bu kitapta Alevilik'le ilgili ve gerçeği arayan bir gencin başına gelenler ve ölüşünden sonra ortada kalan naaşıyla ilgili oldukça hoş bir hikaye var. Kitabın belirgin bir korku ve gerilim unsurlarıyla başlaması ve gidişinin değişik boyutlara taşınması okuyucuyu şaşırtan özelliklerinden.
Lakin bilmek öyle kolay iş değildir kızanım. Bilmek için bıkıp usanmadan çalışmak, susuz kalmış bir çiçek suyu nasıl emerse öyle iştahla öğrenmek gerekir.
İnsan her şeye alışır diyorlar ya, öyle değil aslında. Başka çaren olmadığı için katlanıyorsun ama alışmıyorsun.
Mücadele ister silahla, ister sözle olsun, marifet gerektirir. Marifete sahip olmayan kişiler kazanamaz.
İç Anadolu'dan kopan bir kitap: Peri Gazozu
Baştan bir sinema oyuncusunun anıları olduğunu bilseydim sanırım bu kitabı okumazdım. Ancak konuların işlenişi ve yaşananlardan seçilip bağlanışı muhteşem.
Ben Niğde'liyim, babam Uçhisar'lı. Uçhisar, Nevşehir'e 8km uzaklıkta bir kasaba biraz daha şehirden uzaklaşırsanız Göreme, biraz daha uzaklaşırsanız karşınıza Avanos gelir. Şu an ablamlar bu şirin ilçede yaşıyorlar. Bu yaz onları ziyaret edişimin ardından bu kitap, çoğunlukla bu ilçede geçen hikayeleriyle aklımda daha net canlandırdığım bir İç Anadolu klasiği oldu diyebilirim.
Kitabın adı, yazarın babasının ürettiği bir gazoz markası aslında. Peri adı Peri bacalarından geliyor. Yazar, sinema oyuncusu olmanın yanında asıl mesleği doktorluk. Ancak siyasi görüşleri nedeniyle Anadolu'nun çeşitli yerlerine sürülmüş ve sürüldüğü her şehirde başına iyi, kötü bir şey gelmiş. Eşiyle nişanlıyken gizlice görüşmesi ve kebapçının bu fark ederek yemek yollaması oldukça hoş bir ayrıntıydı.
Bir roman olarak değil bir anı kitabı olarak değerlendirmekte fayda var.
Odama dönüyorum sessizce. Oğlum 'ben büyüdüm' diyor, demek ki ölebilirim artık.
12 Eylül Türkiye’si, oğullarının tabutunu arayan babaların ülkesi olarak hatırlanacaktır.
Eskiden el yazması kitapların içine "ya hafız, ya kebikeç" yazılırmış. Bu duanın, kitabı haşarattan, nemden ya da yangından koruduğuna inanılırmış. Ve yine rivayet olur ki bu yazının mürekkebi böcekler için zehirli olan düğünçiçeği bitkisinin suyundan yapılırmış. Özel bir mürekkeple yazılan bir tür muska yani: "koruyan, esirgeyen kebikeç" anlamında...
Zavallı valizimin bir türlü kapanmayan fermuarını halı dokurken kullanılan kındapla bağlamıştı annem ve kındapın annem gibi koktuğunu keşfetmiştim. Sonraki geceler koynumda annemin kokusu, kındapla uyudum hep.
Ben Niğde'liyim, babam Uçhisar'lı. Uçhisar, Nevşehir'e 8km uzaklıkta bir kasaba biraz daha şehirden uzaklaşırsanız Göreme, biraz daha uzaklaşırsanız karşınıza Avanos gelir. Şu an ablamlar bu şirin ilçede yaşıyorlar. Bu yaz onları ziyaret edişimin ardından bu kitap, çoğunlukla bu ilçede geçen hikayeleriyle aklımda daha net canlandırdığım bir İç Anadolu klasiği oldu diyebilirim.
Kitabın adı, yazarın babasının ürettiği bir gazoz markası aslında. Peri adı Peri bacalarından geliyor. Yazar, sinema oyuncusu olmanın yanında asıl mesleği doktorluk. Ancak siyasi görüşleri nedeniyle Anadolu'nun çeşitli yerlerine sürülmüş ve sürüldüğü her şehirde başına iyi, kötü bir şey gelmiş. Eşiyle nişanlıyken gizlice görüşmesi ve kebapçının bu fark ederek yemek yollaması oldukça hoş bir ayrıntıydı.
Bir roman olarak değil bir anı kitabı olarak değerlendirmekte fayda var.
Odama dönüyorum sessizce. Oğlum 'ben büyüdüm' diyor, demek ki ölebilirim artık.
Bir iktidar masalı: Hayvan Çiftliği
1. İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin.
2. Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.
3. Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
4. Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.
5. Hiçbir hayvan içki içmeyecek.
6. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.
7. Bütün hayvanlar eşittir.
Hayvan Çiftliği, gördükleri kötü muameleye karşı çıkıp, insanların elinden çiftliği alan hayvanların trajikomik bir yönetim hikayesi.
1984'te olduğu gibi burada da hayvanlar üzerinde müthiş bir algı yönetimi söz konusu. Yukarıda, hayvanların çiftliği ele geçirdiklerinde oy birliğiyle kararlaştırdıkları anayasa zamanla çıkarlara göre değiştirilecek ve hiçbiri hatırlanmayacaktır. Hatırlayanların ve itiraz edenlerin sonu bellidir.
1940'lı yılların siyasi otorite savaşlarını ve dolayısıyla da bugünün dikta rejimlerinin müthiş bir kesiti diyebiliriz. Geç okuduğum için kendime kızgınım. Filmi de çekilmiş ama ben filmini henüz seyretmedim.
Koca bir yıl köle gibi çalıştılar. Ama böyle çalışmaktan mutluydular; ne yapıyorlarsa, bir avuç aylak ve soyguncu insanın çıkarı için değil, kendi çıkarları uğruna ve gelecek kuşaklar için yaptıklarının bilincinde olduklarından, var güçleriyle çabalıyorlar, her türlü özveriye sessizce katlanıyorlardı.
Bilim Kurgu'nun Kralı'ndan: Aya Yolculuk
Bazı insanlar yıllarca sonrasını tahmin edebilir belki de yüzyıllarca sonrasını. Jules Verne, düşündükleri ve yazdıklarıyla yaşadığı dönemin çok ilerisinde bir yazar.
Aya Yolculuk, Aya ilk ayak basılan tarihten yüzyıl önce 1865'te yayınlanmış bir kitap. Olay 1800'lü yıllarda biten savaşların ardından işsiz kalan Silah Kulübü'nün başkanının Aya, büyük bir top mermisi yollaması fikriyle bütün Dünya'yı bir heyecanlandırması üzerine kuruludur.
Ancak bu enteresan fikre karşı çıkan ve bahse giren Avrupa'lı bir adamın da katılımıyla uzaya gönderilecek olan top mermisinin içine bir bölme yapılıp insanla gitmesi planlanır.
Yaklaşık 300 m uzunluğunda Dünyanın en büyük topunun yapılış aşamaları ve yapılan matematiksel hesaplamalar gerçekten etkileyici. Hatta yüzyıl önce yapılan bu hesaplamalarda Ay'ın yer çekiminin bile hesaplanmış olması ayrı bir deha örneği.
Kesinlikle okunası bir kitap. Karakterler sağlam, heyecan hiç düşmüyor, sürprizler hiç bitmiyor.
Aman tanrım, niye denizin dibini araştırıp duruyoruz. Kovan sudan daha hafif. Tepesini gorebiliyoruz, işte orada kovan orada. Hemen kurtuluştan bir bot indirildi. Kaptan Maston ve Dr. Belfast da içindeydiler. Bot yaklaştığında üç pencere açıldı ve ay yolcularının şarkı söyleyen sesleri duyuldu.
Bilim adamları, önemli bir sorunun çözümlenmesini beklerken, gürültü etmez, sağa sola gidip gelmez, telaşlı ya da sinirli olup kalkmazlar. Sadece beklerler. Çünkü onlar bilirler ki, yapabilecekleri başka bir şey yoktur.
Maston ve D. Belfast, Locke Dağı'na yerleşmişlerdi. Ay'ı kesinlikle gözden kaçırmıyorlardı. Ay doğdukça yeniden biri teleskopun başına geçiyor, onu ve oradaki üç arkadaşlarını seyrediyordu.
Bir gün dedi Maston, bir gün dönecekler, canlı olarak!
Hiçbirşey olanaksız değildir diye yanıtladı Dr. Belfast
Aya Yolculuk, Aya ilk ayak basılan tarihten yüzyıl önce 1865'te yayınlanmış bir kitap. Olay 1800'lü yıllarda biten savaşların ardından işsiz kalan Silah Kulübü'nün başkanının Aya, büyük bir top mermisi yollaması fikriyle bütün Dünya'yı bir heyecanlandırması üzerine kuruludur.
Ancak bu enteresan fikre karşı çıkan ve bahse giren Avrupa'lı bir adamın da katılımıyla uzaya gönderilecek olan top mermisinin içine bir bölme yapılıp insanla gitmesi planlanır.
Yaklaşık 300 m uzunluğunda Dünyanın en büyük topunun yapılış aşamaları ve yapılan matematiksel hesaplamalar gerçekten etkileyici. Hatta yüzyıl önce yapılan bu hesaplamalarda Ay'ın yer çekiminin bile hesaplanmış olması ayrı bir deha örneği.
Kesinlikle okunası bir kitap. Karakterler sağlam, heyecan hiç düşmüyor, sürprizler hiç bitmiyor.
Aman tanrım, niye denizin dibini araştırıp duruyoruz. Kovan sudan daha hafif. Tepesini gorebiliyoruz, işte orada kovan orada. Hemen kurtuluştan bir bot indirildi. Kaptan Maston ve Dr. Belfast da içindeydiler. Bot yaklaştığında üç pencere açıldı ve ay yolcularının şarkı söyleyen sesleri duyuldu.
Bir gün dedi Maston, bir gün dönecekler, canlı olarak!
Hiçbirşey olanaksız değildir diye yanıtladı Dr. Belfast
14 Kasım 2016 Pazartesi
Güzel bir aldatma hikayesi: Korku
Aslına bakarsan hala anlayamadığım şey,insanın tehlikesini bilerek bir suçu işledikten sonra itiraf etme cesaretini bulamayışıdır. İtirafı engelleyen bu basit korkuyu her türlü suçtan daha zavallıca buluyorum.
"Maceranın gerçek bedeli tehlikeye atılabilmektir."
"Korku, cezadan çok daha beterdir çünkü ceza bellidir. Ağır da olsa hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir."
Artık korku, evine, odalarına yerleşti.
Zamanın çoktan sildiği bir hata için cezalandırılabilir miydi insan?
Dudaklarında hafif bir gülümseme uçuşarak orada kaldı.
Stefan Zweig'ın çok önem verdiği şeylerden biri itiraftır. İtirafta bulunamayan bir insan da hayatını sürekli bir korku içinde yaşar.
65 sayfalık tam bir seyahat kitabı. Küçük, güzel bir hikaye. Güzel, zengin bir kadın var. Mutlu bir yuvası ve 2 tane çocukları.
Paranın fazlasının getirdiği bir sapkınlıkla eşini aldatır ve bunu eline yüzüne bulaştırır. Bu kendini bilmezlik yakasını uzun süre bırakmaz. Peşinden sürekli onu takip eden korkusudur artık.
"Korku, cezadan çok daha beterdir çünkü ceza bellidir. Ağır da olsa hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir."
Artık korku, evine, odalarına yerleşti.
Bir Eyüp Sultan Romanı: Mihmandar
İskender Pala'nın adını hep duyuyordum ama ilk defa bir kitabını okumaya karar verdim. 1998 yılında profesör olmuş ve bence çok iyi bir anlatım tekniğine sahip bir yazar.
Mihmandar, İslamiyet'in doğuşundan İstanbul'un fethine kadar uzanan bir tarih romanı. Mihmandar, sözlük anlamıyla önemli bir kişiyi ağırlayan rehberlik eden demek ve bu romandaki Mihmandar Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra evinde kaldığı Eyüp Sultan. (Tabii o zaman Sultan denilmiyordu)
Olaylar olabildiğince yavaş anlatılıyor ve her bölüm başka bir karakterin ağzından anlatılıyor. Kitabın bir nevi İslam propagandası yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kitabın akışını kolay tahmin edebiliyorsunuz ancak sona doğru parçaların birleştirilişi harika. Bana göre anlatılan bu tarih kurgusunda bazı karanlık noktalar var. Fatih'in Akşemsettin'le ok atışı sonrası yaşananlar ve Eyüp Sultan'ın mezarının yüzyıllarca Hristiyanlar tarafından korunma hikayesi çok saçma geldi bana.
Dini ve milli duyguları yüksek bir okuyucu kitlesi için şaheser diyebilirim.
Aralarda çok güzel replikler okudum:
Akıllı ile deli arasındaki fark odur ki, biri bildiğini söylemez, diğeri söylediğini bilmez.
Doğduğumuz toprak bizi kendine bağlıyordu. Gidişimizin için ilk adımın, varışımızdaki son adımdan değerli olması bu yüzdendi.
Zamanın ölümler alıp ölümler satan bir bezirgan olduğunu işte o sırada bildim.
Mihmandar, İslamiyet'in doğuşundan İstanbul'un fethine kadar uzanan bir tarih romanı. Mihmandar, sözlük anlamıyla önemli bir kişiyi ağırlayan rehberlik eden demek ve bu romandaki Mihmandar Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra evinde kaldığı Eyüp Sultan. (Tabii o zaman Sultan denilmiyordu)
Olaylar olabildiğince yavaş anlatılıyor ve her bölüm başka bir karakterin ağzından anlatılıyor. Kitabın bir nevi İslam propagandası yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kitabın akışını kolay tahmin edebiliyorsunuz ancak sona doğru parçaların birleştirilişi harika. Bana göre anlatılan bu tarih kurgusunda bazı karanlık noktalar var. Fatih'in Akşemsettin'le ok atışı sonrası yaşananlar ve Eyüp Sultan'ın mezarının yüzyıllarca Hristiyanlar tarafından korunma hikayesi çok saçma geldi bana.
Dini ve milli duyguları yüksek bir okuyucu kitlesi için şaheser diyebilirim.
Aralarda çok güzel replikler okudum:
Akıllı ile deli arasındaki fark odur ki, biri bildiğini söylemez, diğeri söylediğini bilmez.
Zamanın ölümler alıp ölümler satan bir bezirgan olduğunu işte o sırada bildim.
Bir İntiharlar Başucu Kitabı: Amok Koşucusu
Yedi ayrı hikaye, kahraman ve intihar...
Hep söylerim Zweig intiharların yazarıdır ve çoğu hikayesi insanların geçmiş hayatlarından beslenir.
Aslında yazdıkları hep kaybedenler. Ve yine kendi hayatının önemli bir kısmını seyahatlerle geçiren yazar; bu hikayelerinde de seyahatlere yer vermiştir.
En ilginç hikayelerden biri ise Amok koşucusu. Bu hikayeyi okuyuncaya kadar bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum.
Amok Koşucusu: Malezya, Endonezya gibi yerlerde görülen ilginç bir hastalık. Genç erkek, silahını (genelde kesici bir silah) eline alarak bir pazar yerine dalar ve önüne çıkan insanları öldürür.
Sonunda akşam oldu. Ama burada akşamlar ne kadar hüzünlüydü! Karanlık çökmesinden, her şeyin kaybolmasından, ışığın kararmasından başka bir şey değildi akşam! Akşam burada bir son demekti, oysa Paris'te akşam, tüm eğlencelerin başlaması anlamına geliyordu! Burada akşam geceyi doğuruyordu orada ise akşam kraliyet salonlarında yaldızlı mumları yakıyor, bakışlardaki havayı ışıldatıyor, yürekleri tutuşturuyor, ısıtıyor, mest ediyor ve ateşliyordu! Burada akşam sadece insanın içine korku salıyordu.
Yüreği kendini hep yaşadığı ana kaptırıyordu, gerçeği söylerken yalan söylüyordu ve aldatmak isterken de samimiydi: Tek bildiği şey hissettiği şeydi. Ve şimdi de tüm damarlarından mutluluk ve coşku akıyordu, artık gözden düşmüş, dostlarını kaybetmiş düşüncesine gülüp geçiyordu!
Hep söylerim Zweig intiharların yazarıdır ve çoğu hikayesi insanların geçmiş hayatlarından beslenir.
Aslında yazdıkları hep kaybedenler. Ve yine kendi hayatının önemli bir kısmını seyahatlerle geçiren yazar; bu hikayelerinde de seyahatlere yer vermiştir.
En ilginç hikayelerden biri ise Amok koşucusu. Bu hikayeyi okuyuncaya kadar bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum.
Amok Koşucusu: Malezya, Endonezya gibi yerlerde görülen ilginç bir hastalık. Genç erkek, silahını (genelde kesici bir silah) eline alarak bir pazar yerine dalar ve önüne çıkan insanları öldürür.
Yüreği kendini hep yaşadığı ana kaptırıyordu, gerçeği söylerken yalan söylüyordu ve aldatmak isterken de samimiydi: Tek bildiği şey hissettiği şeydi. Ve şimdi de tüm damarlarından mutluluk ve coşku akıyordu, artık gözden düşmüş, dostlarını kaybetmiş düşüncesine gülüp geçiyordu!
Türk filmlerinden çıkma bir kitap: Kırmızı Saçlı Kadın
Sizin saçınızın rengi doğuştan, benimki ise kendi kararım. Biz sonradan kırmızı saçlı olanlar için, saç rengi seçilmiş bir kişilik demektir. Bir kere saçlarımı kırmızıya boyattıktan sonra geri kalan hayatımda kırmızı saçlarıma bağlı kalmak için çırpındım.
Orhan Pamuk'un oldukça ticari ama bir o kadar da çıtır çerez gibi hoş bir kitabı.
Sanki toprağı kazdıkça, ustama göre Allah'ın ve meleklerin katına doğru ilerliyorduk. Oysa geceyarısı esen serin rüzgar, lacivert gök kubbenin ve ona asılı on binlerce titrek yıldızın tam ters yönde olduğunu hatırlatırdı.
Orhan Pamuk'un oldukça ticari ama bir o kadar da çıtır çerez gibi hoş bir kitabı.
Solcu idealist bir Eczacı babanın terk edip gittiği eşi ve oğlu Cem. Genç yaşta çalışmaya başlar Cem. Sessiz Ev'de olduğu gibi bu kitapta da yine Gebze yakınlarında bir evde otururlar. Oysa ki babasıyla yaşadıkları zamanlarda Beşiktaş'ta büyümüştür. Büyüyünce yazar olmak istemektedir.
Bir gün Çorlu yakınlarında bir yerde bir kuyu ustasıyla çalışmaya gider. Bir kaza sonrasında ustasının öldüğünü düşünerek o kuyudan kaçar.
Hiçbir şey olmamış gibi yaparsanız ve gerçekten de hiçbir şey olmuyorsa, hiçbir şey olmaz sonunda.
Gel zaman git zaman çok zengin olur Cem. Ama kuyu ustasının yanında çalışırken yaşadıkları hayatının akışını yeniden değiştirecektir.
Türk filmi gibi dediğimiz tesadüf ve dramlarla yüklü bolca ticari kaygı kokan ama yine de güzel bir kitap.
Çünkü eski masal ve efsanelerdeki şeyler en sonunda gelir başınıza. Ne kadar çok okur, efsanelere ne kadar çok inanırsanız, o kadar çok gelir. Zaten dinlediğin hikâye başına geleceği için ona efsane dersin.
11 Kasım 2016 Cuma
Bir Siyasi Klasik: 1984
Evinizin salonunda kocaman bir ekran var. Bu ekrandan neler yaptığınız devletçe izlenir ve size sürekli sesli görüntülü mesajlar verilir. Kendi isteğinizle bir şey seyretmeniz mümkün değildir.
Bir şeyler yazmak, günlük tutmak, TV'den verilen propagandalara eşlik etmemek kesinlikle yasaktır.
Eviniz 7. katta ve tam pencerenizin karşısındaki binada kocaman bir poster: Büyük Biraderin Gözü Sende...
Hayatınızda yapmanız gereken her şey kurallarla sınırlı. Parti'nin söylediklerinin tersini yaparsan en ağır cezalara çarptırılırsın.
Winston Smith, kuralların hepsine koşulsuz uyan bir parti üyesiydi. Taa ki içine başka kuşkular düşene ve yasak olduğu halde bir kıza aşık olana dek. O kızla bütün kuralları alt üst edecektir.
Gerçeklerin yalan, yalanların gerçek olduğunu ispat edemeyeceğiniz bir dünya. 1984, yüzyılımızın karanlık yüzünü en çarpıcı ve sert biçimde gözlerimizin önüne seriyor. Günümüzün politik dünyasının biraz abartılı bir tasviri aslında. Kesinlikle okunmalı...
Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir.
Birine olan aşk değil de, o hayvansal içgüdü,o basit, bozulmamış arzu; Parti'yi paramparça edecek güç buydu işte.
Çıkardığınız her sesin duyulduğunu, karanlıkta olmadığınız sürece her hareketinizin gözetlendiğini varsayarak yaşamak zorundaydınız; zorunda olmak ne söz, artık içgüdüye dönüşmüş bir alışkanlıkla öyle yaşıyordunuz.
"Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan,geçmişi de denetim altında tutar."
“Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız.”
“Toplumumuzda, olup bitenleri en iyi bilenler, aynı zamanda dünyayı olduğu gibi görmekten en uzak olanlardır. Genellikle, kavrayış ne denli fazlaysa, yanılma da o ölçüde fazladır: Zekâ ne denli fazlaysa, akıl o ölçüde azdır.”
“Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, sen kazandın demektir.”
Bir şeyler yazmak, günlük tutmak, TV'den verilen propagandalara eşlik etmemek kesinlikle yasaktır.
Eviniz 7. katta ve tam pencerenizin karşısındaki binada kocaman bir poster: Büyük Biraderin Gözü Sende...
Hayatınızda yapmanız gereken her şey kurallarla sınırlı. Parti'nin söylediklerinin tersini yaparsan en ağır cezalara çarptırılırsın.
Winston Smith, kuralların hepsine koşulsuz uyan bir parti üyesiydi. Taa ki içine başka kuşkular düşene ve yasak olduğu halde bir kıza aşık olana dek. O kızla bütün kuralları alt üst edecektir.
Gerçeklerin yalan, yalanların gerçek olduğunu ispat edemeyeceğiniz bir dünya. 1984, yüzyılımızın karanlık yüzünü en çarpıcı ve sert biçimde gözlerimizin önüne seriyor. Günümüzün politik dünyasının biraz abartılı bir tasviri aslında. Kesinlikle okunmalı...
Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir.
Geçmiş yok olup gitmişti, geleceği düşlemek olanaksızdı.
“Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız.”
“Toplumumuzda, olup bitenleri en iyi bilenler, aynı zamanda dünyayı olduğu gibi görmekten en uzak olanlardır. Genellikle, kavrayış ne denli fazlaysa, yanılma da o ölçüde fazladır: Zekâ ne denli fazlaysa, akıl o ölçüde azdır.”
“Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, sen kazandın demektir.”
Mai ve Siyah
1889 yılında basılmış bir kitap... ama ne kitap.
Ahmet Cemil, Türk edebiyat tarihinin ilk büyük kaybeden kahramanı olarak kayıtlara geçmiştir umarım. Halit Ziya bu romanın eşşiz kahramanını ilmek ilmek işlemiş diyebiliriz.
O günlerin İstanbul'u, özellikle Beyoğlu oldukça değişikmiş. Gidilen her mekanın ismi Fransızca. Erenköy, tam anlamıyla bir köy.
Ahmet Cemil, orta halli bir memurun oğludur. Bir de kız kardeşi ve Süleymaniye'de bir evleri vardır. Herşey yolunda giderken kahramanımızın babası hayatını kaybeder. Bu olayla birlikte ailenin hayatı karma karışık bir hal alır.
Gazetecilik mesleğinde oldukça ilerle ve eniştesiyle birlikte matbaaya yatırım yaparak bir nevi ortak olur. Ancak her şey belli bir süre sonra teker teker bozulacak ve yıkılacaktır.
Bütün bu karışan hayat planları arasında kahramanımız çok zengin bir aileden olan arkadaşı Hüseyin Nazmi'nin kız kardeşine aşık olur. Bu aşkın sonu yoktur.....
Onun alemi; işte şu yavaş yavaş açılan beyninin içinde, mai bir sema, o mai semanın içinde birçok gülümseyen ümit yıldızlarından ibaretti..!
İnsanlar tuhaftır. Kötü bir şey yapmakta olduklarını sezinleyecek olurlarsa, kesinlikle ilk önce vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar. Kötü işler sahibi olanlara sorunuz; hepsinde kendi kendilerine bulunup uydurulmuş ve özenle pekiştirilmiş sebeplere rastlarsınız.
Ahmet Cemil, Türk edebiyat tarihinin ilk büyük kaybeden kahramanı olarak kayıtlara geçmiştir umarım. Halit Ziya bu romanın eşşiz kahramanını ilmek ilmek işlemiş diyebiliriz.
O günlerin İstanbul'u, özellikle Beyoğlu oldukça değişikmiş. Gidilen her mekanın ismi Fransızca. Erenköy, tam anlamıyla bir köy.
Ahmet Cemil, orta halli bir memurun oğludur. Bir de kız kardeşi ve Süleymaniye'de bir evleri vardır. Herşey yolunda giderken kahramanımızın babası hayatını kaybeder. Bu olayla birlikte ailenin hayatı karma karışık bir hal alır.
Gazetecilik mesleğinde oldukça ilerle ve eniştesiyle birlikte matbaaya yatırım yaparak bir nevi ortak olur. Ancak her şey belli bir süre sonra teker teker bozulacak ve yıkılacaktır.
Bütün bu karışan hayat planları arasında kahramanımız çok zengin bir aileden olan arkadaşı Hüseyin Nazmi'nin kız kardeşine aşık olur. Bu aşkın sonu yoktur.....
Onun alemi; işte şu yavaş yavaş açılan beyninin içinde, mai bir sema, o mai semanın içinde birçok gülümseyen ümit yıldızlarından ibaretti..!
İnsanlar tuhaftır. Kötü bir şey yapmakta olduklarını sezinleyecek olurlarsa, kesinlikle ilk önce vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar. Kötü işler sahibi olanlara sorunuz; hepsinde kendi kendilerine bulunup uydurulmuş ve özenle pekiştirilmiş sebeplere rastlarsınız.
Aman Yarabbi! Sevmek bu muydu? İnsanı sanki bir mengene içinde sıkıp da birisinin ayakları altına ezik, bitik, can çekişerek atmak isteyen bu öldürücü şey, sevmek bu muydu?
Bana öyle geliyor ki seni bu kadar perişan eden şey çalışmaktan korku değildir, hayatın henüz bilmediğin bir şeyine biraz vaktinden önce rastlamandır. Yalnız bundan ibaret...
İnsan, üzüntülü ve sevinçli zamanlarında kalbinin dayanamayacağından fazlasını duyarlı bir kalple bölüşmek ister...
Bana öyle geliyor ki seni bu kadar perişan eden şey çalışmaktan korku değildir, hayatın henüz bilmediğin bir şeyine biraz vaktinden önce rastlamandır. Yalnız bundan ibaret...
10 Kasım 2016 Perşembe
Görünmeyen - Görünmese de hep aramızda
Paul Auster'ın okuduğum ilk kitabı. Ancak bu yazarı okumaya başlamak için en yanlış kitabı sanırım. Çünkü kitabın ama teması iki kardeş arasındaki (hayali olup olmadığı belli olmayan) bir ensest ilişkinin üzerine kurgulanıyor.
Roman 1960'lı yılların New York'unda başlıyor. Kahramanımız edebiyatla ilgili ve şair olmak isteyen bir üniversiteli. Bir davette tanıştığı bir profesör ve eşiyle tanışır ve eşiyle birlikte olmaya başlar.
Ardından Paris'e gider... Yine burada bir sevgilisi olur.
Ancak önemli bir sırrı da vardır. Bu sır o öldükten sonra kaleme alınır. Yazdıklarının doğruluğu araştırıldığında belirsiz bir sonuca ulaşılır. Tuhaf ve çapraşık bir yaşam hikayesi bu.
Kitaptan birkaç güzel alıntı:
Sanat, mutlu azınlık içindir.
Hayat kaypaktır; adil olan her zaman kazanmaz.
Geçmişte düşündüklerinizin bir yanılgıdan ibaret olduğunu kabullenmek zordur.
Sorunlar, dertler denizinde boğulmak üzerinde olduğunuz zaman, çok çalışmak sizi suyun üzerinde tutan bir sal işlevi yapabilir.
' ..birinin sizi sevdiğini öğrendiğiniz zaman sizin de ilk tepkiniz onu sevmek olur. '
Roman 1960'lı yılların New York'unda başlıyor. Kahramanımız edebiyatla ilgili ve şair olmak isteyen bir üniversiteli. Bir davette tanıştığı bir profesör ve eşiyle tanışır ve eşiyle birlikte olmaya başlar.
Ardından Paris'e gider... Yine burada bir sevgilisi olur.
Ancak önemli bir sırrı da vardır. Bu sır o öldükten sonra kaleme alınır. Yazdıklarının doğruluğu araştırıldığında belirsiz bir sonuca ulaşılır. Tuhaf ve çapraşık bir yaşam hikayesi bu.
Kitaptan birkaç güzel alıntı:
Sanat, mutlu azınlık içindir.
Hayat kaypaktır; adil olan her zaman kazanmaz.
Geçmişte düşündüklerinizin bir yanılgıdan ibaret olduğunu kabullenmek zordur.
Sorunlar, dertler denizinde boğulmak üzerinde olduğunuz zaman, çok çalışmak sizi suyun üzerinde tutan bir sal işlevi yapabilir.
' ..birinin sizi sevdiğini öğrendiğiniz zaman sizin de ilk tepkiniz onu sevmek olur. '
9 Kasım 2016 Çarşamba
Elveda Gülsarı
Kırgızistan'ın henüz bağımsızlığını ilan etmeden önce komünizm rejiminde yaşanan aksaklıklar ve bozkırın acımasız iklim şartları ve her şeyin arasında bir insanla bir atın arasındaki sonu ölümle biten yoldaşlık öyküsü bu.
"Bozuk yol üzerinde tekerlekler takırdıyor, takırdıyordu…
Kara toprağın toynaklarının altında kaydığını hissetmesi, Gülsarı’nın sönmeye başlamış bir mum gibi cıbz ışıklı belleğinde, belli belirsiz anılarını uyandırdı: Çok gerilerde kalan o güneşli yaz günlerini hatırladı. Yemyeşil çayırlan, bayırları, yüksek dağlan, düş kadar güzel o dünyayı… "
"Bu ıssız yolda nihayet birileri göründü." diye düşündü. Bu bir kamyondu. Yaklaşınca farlar gözünü kamaştırdı ve Tanabay ellerini gözlerine siper etti.
"Bozuk yol üzerinde tekerlekler takırdıyor, takırdıyordu…
Kara toprağın toynaklarının altında kaydığını hissetmesi, Gülsarı’nın sönmeye başlamış bir mum gibi cıbz ışıklı belleğinde, belli belirsiz anılarını uyandırdı: Çok gerilerde kalan o güneşli yaz günlerini hatırladı. Yemyeşil çayırlan, bayırları, yüksek dağlan, düş kadar güzel o dünyayı… "
Kahramanlarımız eşsiz bir Kırgız atı ve sahibi Tanabay.
Tanabay, partiye gönül vermiş ve parti için elinden gelen her şeyi yapan bir adamdır. Partide bağlı olduğu yönetici değişip de olur olmadık bir sürü fedakarlık yapması istendiğinde kurmuş oldukları sistemin nasıl da bozulmaya yüz tuttuğuna şahit olur. Çok sevdiği atı Gülsarı bile elinden alınır, parti yöneticisine verilir ve onun haberi olmadan kısırlaştırılır. Bu kanlı olayı fark ettiğinde Tanabay Gülsarı'nın yanına gelir. İkisinin de gözleri yaşlıdır.
Uzun bir zaman sonra Tanabay ve Gülsarı birbirlerine kavuşurlar. Birliktelikleri o kadar fazla sürmeyecektir.
Orta Asyanın steplerinde esen rüzgarın sesini, otların sallanışını ve nal seslerini ruhunuzda hissedeceğiniz bazı yerlerinde gözleriniz yaşararak okuyacağınız bir kitap.
Çağımızın bir uyuşturma ve tembellik simgesi: Koltuk
Turuncu bir koltuk düşünün... Nereye gideceğinize karar veren, yolun ne zaman nerede biteceğinin hiç belli olmayacağını anlatan ve yeniden hayata bağlayan...
Koltuk, kapitalizmin insanları uyuşturan, tembelliğe sevk eden evimizin içine kadar girmiş bir sembolüdür aslında. Hayatımızın büyük bir bölümü salonumuzun baş köşesindeki koltuklarımızda geçer.
Married With Children'daki Al Bandy, Simpsons'taki Homer elleri göbeklerinde hep bu koltuklara çakılı vaziyette bir elleri göbeklerinde bir elleri kumanda da TV karşısında Amerikan vurdumduymaz tembel hayatını yaşamaktadır.
3 kahramanımız var. Ama gerçek kahraman şişman bilgisayar programcısı Tom, Diğer kahramanlarımız Tree ve Eric. 3 kafadar işsiz güçsüz ama bazı yetenekleri olan körelmek üzere olan gençlerdir.
Her şey bu 3 kafadarın evden atılmalarıyla ve turuncu koltuğu da yanlarında götürmeleriyle başlar. Başlarda koltuktan kurtulmak için birçok yol denerler ama gizli bir takım güçlerin buna engel olduğunu ve koltuğun gitmek istemediği yöne taşındığında ağırlaştığını, istediği yöne taşındığında da inanılmaz hafiflediğini görürler.
Hayattan neredeyse tüm umudunu yitirmiş olan kafadarlar bu tuhaf koltukla ve koltukla birlikte peşlerinde olacak gizli güçlerle Güney Amerika'ya kadar uzanan macera dolu bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolculuk hem kaybedişlerin hem de kendini yeniden buluşlarla bitecektir.
Kesinlikle sıradan bir kitap değil. Bazı yerlerde OHA diyebilirsizniz. Sürprizleri bol...
Koltuk, kapitalizmin insanları uyuşturan, tembelliğe sevk eden evimizin içine kadar girmiş bir sembolüdür aslında. Hayatımızın büyük bir bölümü salonumuzun baş köşesindeki koltuklarımızda geçer.
Married With Children'daki Al Bandy, Simpsons'taki Homer elleri göbeklerinde hep bu koltuklara çakılı vaziyette bir elleri göbeklerinde bir elleri kumanda da TV karşısında Amerikan vurdumduymaz tembel hayatını yaşamaktadır.
3 kahramanımız var. Ama gerçek kahraman şişman bilgisayar programcısı Tom, Diğer kahramanlarımız Tree ve Eric. 3 kafadar işsiz güçsüz ama bazı yetenekleri olan körelmek üzere olan gençlerdir.
Her şey bu 3 kafadarın evden atılmalarıyla ve turuncu koltuğu da yanlarında götürmeleriyle başlar. Başlarda koltuktan kurtulmak için birçok yol denerler ama gizli bir takım güçlerin buna engel olduğunu ve koltuğun gitmek istemediği yöne taşındığında ağırlaştığını, istediği yöne taşındığında da inanılmaz hafiflediğini görürler.
Hayattan neredeyse tüm umudunu yitirmiş olan kafadarlar bu tuhaf koltukla ve koltukla birlikte peşlerinde olacak gizli güçlerle Güney Amerika'ya kadar uzanan macera dolu bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolculuk hem kaybedişlerin hem de kendini yeniden buluşlarla bitecektir.
Kesinlikle sıradan bir kitap değil. Bazı yerlerde OHA diyebilirsizniz. Sürprizleri bol...
8 Kasım 2016 Salı
Sinema tarihinin ilham verici filmlerinden: Primal Fear
Oyunculuklar, konu, soundtrack.... Hepsi de ayrı ayrı güzel.
Cinsel sapkınlıkta bir başpiskopos, yetimhanede büyümüş bir çocuk, eskiden sevgili olan ama araları nane limon bir avukat ve bir savcı...
Edward Norton, henüz bir çocuk sayılabilecek yaşta. İnanılmaz bir masumiyet ve bu masumiyeti yerle bir eden saldırgan kişiliğe sahip. Edward Norton sinema kariyerine bu filmle başlamıştır ve filmdeki performansıyla Altın Küre Ödülü'nü almaya hak kazanmıştır.
Başpiskopos, inanılmaz kanlı bir biçimde odasında öldürülür. Boğuşma sesleri duyulur ve polisler bütün kıyafetleri kan içinde kalmış Aaron'un (Edward Norton) peşine düşer. Sonunda çaresizlikten ve masumiyetten yıkılan çocuğu yakalarlar. Bütün işaretler çocuğun katil olduğu üzerinedir. Deneyimli avukat Martin Vail, çocuğu kurtarmak için gönüllü olarak avukatı olur.
Sonrasını anlatmayacağım ama bu filmi seyredince son günlerin popüler dizisi The Night Of, The Identity, Fight Club gibi filmlerin bu filmden esinlenmiş olduğunu rahatlıkla anlayacaksınız.
Son günlerdeki ünlü seri katil Atalay davasında da bu filme atıfta bulunulmuş. Katilin filmdeki taktiği uyguladığı iddia edilmişti.
Filmden 2 replik:
"Belli bir süre zarfında, hiç kimse, yalnızken bir yüz, kalabalıkta başka bir yüz takınamaz. Çünkü sonunda kendisi de gerçek olanı karıştırır."
"Belki hata yaptım ama yanlışım yok."
Cinsel sapkınlıkta bir başpiskopos, yetimhanede büyümüş bir çocuk, eskiden sevgili olan ama araları nane limon bir avukat ve bir savcı...
Edward Norton, henüz bir çocuk sayılabilecek yaşta. İnanılmaz bir masumiyet ve bu masumiyeti yerle bir eden saldırgan kişiliğe sahip. Edward Norton sinema kariyerine bu filmle başlamıştır ve filmdeki performansıyla Altın Küre Ödülü'nü almaya hak kazanmıştır.
Başpiskopos, inanılmaz kanlı bir biçimde odasında öldürülür. Boğuşma sesleri duyulur ve polisler bütün kıyafetleri kan içinde kalmış Aaron'un (Edward Norton) peşine düşer. Sonunda çaresizlikten ve masumiyetten yıkılan çocuğu yakalarlar. Bütün işaretler çocuğun katil olduğu üzerinedir. Deneyimli avukat Martin Vail, çocuğu kurtarmak için gönüllü olarak avukatı olur.
Sonrasını anlatmayacağım ama bu filmi seyredince son günlerin popüler dizisi The Night Of, The Identity, Fight Club gibi filmlerin bu filmden esinlenmiş olduğunu rahatlıkla anlayacaksınız.
Son günlerdeki ünlü seri katil Atalay davasında da bu filme atıfta bulunulmuş. Katilin filmdeki taktiği uyguladığı iddia edilmişti.
Filmden 2 replik:
"Belli bir süre zarfında, hiç kimse, yalnızken bir yüz, kalabalıkta başka bir yüz takınamaz. Çünkü sonunda kendisi de gerçek olanı karıştırır."
6 Ekim 2016 Perşembe
Ah Neriman - Fatih-Harbiye
Neriman düşündü ve bir anda şarklıların kedileri ve garblıların köpekleri niçin bu kadar sevdiğini anladı. Hristiyan evlerinde köpek ve Müslüman evlerinde kedi bolluğu şundandı:
Şarklılar kediye, garblılar köpeğe benziyorlar! Kedi yer, içer, yatar, uyur, doğurur; hayatı hep minder üstünde ve rüya içinde geçer; gözleri bazı uyanıkken bile rüya görüyormuş gibidir; lâpacı, tembel ve hayalperest mahlûk, çalışmayı hiç sevmez.
Köpek diri, çevik, atılgandır. İşe yarar; bir çok işlere yarar. Uyurken bile uyanıktır. En küçük sesleri bile duyar, sıçrar, bağırır.
Şarklılar kediye, garblılar köpeğe benziyorlar! Kedi yer, içer, yatar, uyur, doğurur; hayatı hep minder üstünde ve rüya içinde geçer; gözleri bazı uyanıkken bile rüya görüyormuş gibidir; lâpacı, tembel ve hayalperest mahlûk, çalışmayı hiç sevmez.
Köpek diri, çevik, atılgandır. İşe yarar; bir çok işlere yarar. Uyurken bile uyanıktır. En küçük sesleri bile duyar, sıçrar, bağırır.
Ah Neriman, sen bu batılı hayat uğruna seni seven Şinasi yerine Macit'in ışıltılı hayatına kandın. Baban Faiz Efendi'yi ziyadesiyle üzdün.
Bu kitapla ilgili bir şeyler yazmadan kahramanımız Neriman'a bunları söylemeliydim. Yoksa içimde kalırdı.
Su gibi bir kitap bu; Peyami Safa'nın yazmaktaki ve akıcılığı yakalamaktaki yeteneği dorukta. Karakterler eşsiz, temsiliyetler şahane.
Neriman, duygusal bir ilişkide olduğu Doğu kültürüne geleneklerine bağlı Şinasi, Yine aynı görüşteki babası Faiz Bey ve Batılı bir hayat yaşayan Macit'in arasında kalmış, bocalamakta olan bir genç kız.
Roman ismini Doğu'yu temsil eden Fatih'ten Batı'yı temsil eden Harbiye'ye giden tramvay güzergahından alıyor. Şu an olmayan bu tramvay hattının bir ilişkinin ve Doğu-Batı savaşının yaşandığı olaylara şahitlik ettiğini görüyoruz.
Bu roman sönmüş gibi görünen, yanmış kütükler arasında parlayan ve ardından tekrar sönen bir alevi anlatır.
18 Ağustos 2016 Perşembe
Duman - Turgenyev
Turgenyev, Rus edebiyatının en önemli isimlerinden biri. Tolstoy ve Dostoyevski okuyormuş gibi okuyorsunuz. Döneminin en Avrupalı bakış açısına sahip yazarı olarak anılıyor. Babalar ve Oğullar bence çok daha güzel bir eseri.
Bu kitap basit bir olay örgüsü ve tuhaf ilişkiler bütünü olarak değerlendirilebilir. Senaryosuyla gayet iyi tutacak bir Aşk-ı Memnu türü dizi senaryosu çıkar.
Kitap bir aşk üçgeni üzerine kurulu olsa da aslında aralarda Osmanlı'nın son dönemindeki Jön Türkler gibi yurt dışında bir araya gelen Rus asilzadelerini, burada neler yaptıklarını ve en önemlisi Rus toprak reformunu konu alıyor.
Romanın esas adamı bu toprak reformu başlamadan önce topraklarını çalışanlarına dağıtan bir zengin diyebiliriz. Ancak inanılmaz aşk acısı çekiyor ve çektiriyor. Seneler sonra ise yıktığı kumdan kaleleri tekrar yapmaya çalışıyor.
Kahramanımızın dengesini altüst eden İrina yazdığı bir pusulada şöyle diyor:
Bir gün önce, yahut bir gün sonra, bu kaçınılmaz bir şeydi. Bana gelince, dün sana söylediklerimi yineliyorum: Artık hayatım senin elinde. Beni ne istersen yap! Özgürlüğüne engel olmak istemem. Yalnız şunu bil ki, gerekirse her şeyi silip atar, arkandan dünyanın öbür ucuna kadar giderim. Zaten yarın görüşmeyecek miyiz? Senin Irina
Bu kitap basit bir olay örgüsü ve tuhaf ilişkiler bütünü olarak değerlendirilebilir. Senaryosuyla gayet iyi tutacak bir Aşk-ı Memnu türü dizi senaryosu çıkar.
Kitap bir aşk üçgeni üzerine kurulu olsa da aslında aralarda Osmanlı'nın son dönemindeki Jön Türkler gibi yurt dışında bir araya gelen Rus asilzadelerini, burada neler yaptıklarını ve en önemlisi Rus toprak reformunu konu alıyor.
Romanın esas adamı bu toprak reformu başlamadan önce topraklarını çalışanlarına dağıtan bir zengin diyebiliriz. Ancak inanılmaz aşk acısı çekiyor ve çektiriyor. Seneler sonra ise yıktığı kumdan kaleleri tekrar yapmaya çalışıyor.
Kahramanımızın dengesini altüst eden İrina yazdığı bir pusulada şöyle diyor:
Bir gün önce, yahut bir gün sonra, bu kaçınılmaz bir şeydi. Bana gelince, dün sana söylediklerimi yineliyorum: Artık hayatım senin elinde. Beni ne istersen yap! Özgürlüğüne engel olmak istemem. Yalnız şunu bil ki, gerekirse her şeyi silip atar, arkandan dünyanın öbür ucuna kadar giderim. Zaten yarın görüşmeyecek miyiz? Senin Irina
9 Ağustos 2016 Salı
Piyano
Büyük ihtimalle yağmur yağıyordu dışarıda. Aralık duran kapıdan gelen serinliğin başka bir nedeni olamazdı. Beklenen yaz yapraklarını dökerek gitmişti. Çalıştığı masadan kalkıp perdeleri açma zahmetine girmiyor yazdıklarından bir türlü ayrılamıyordu.
Kelimelerin büyüsüyle her isteğini, her hayal ettiğini gerçekleştireceğini düşünüyordu. Kelimelerle insanları etkisi altına alabilir, istediklerini yaptırabilir, kendine bağlayabilirdi. 3 gündür evden çıkmıyordu ve 3 gündür telefonu çalmıyordu. Ne o kimseyi merak ediyordu ne de kimse onu.
Biraz kendi başına kalmalı, düşünmeliydi. İleri daha sağlam adım atmak için birazcık gerileme iyi gelecekti. Bu gerilemede kaybettikleri de olacaktı. Kaybetmenin acısını şimdiden kalbinde hissediyordu. Hayat ne garip, bir şeyi kaybetmeden acısının şiddeti tahmin edilemiyor. Ve kaybetmeden kazanmak hiçbir zaman mümkün olamıyor.
Bazı insanlar vardır. Uzaktadır. Ama o uzaktalığı bile varlığının çokluğuyla size enerji verir. Hiç görmeyeceksinizdir onu ve sadece belli belirsiz haberler alacaksınızdır. Bir GPS aygıtının size nerede olduğunuzu göstermesi için 3 farklı uyduyu görmesi gerekir. İnsan hayatı da böyledir. Nerede olduğunuzu bilmeniz için insanlara ihtiyacınız var. Sevdiğiniz insanların fazlalığı sizin yerinizin daha kesin ortaya çıkmasına neden olur. Ama onların sizi sevmesini beklemeyin. Evet kahramanımızın 3 gündür çalmayan telefonu artık kökleriyle birlikte kurumuş, ilk rüzgarda yıkılacak bir ağacı andırmıyor mu?
Hayatımızda birçok kez hata yaparız. Kahramanımız hataları oldukça fazla olan bir adam. Her hatasının değerini ve ona öğrettiklerini ve hatta pişmanlıklarını seven bir adam.
Yeniden yazmaya başladı...
"Bir akşamüstü mutfağa kahve almaya gittiğinde piyano taburesinde çöreklenmiş kedisini gördü. Bardağını piyanonun üzerine hafifçe bıraktı. Kedisini kucağına alıp bir süre sevdi onu.
Gözleri uzaklara dalmıştı notalara bakarken. Saçları simsiyahtı notalar gibi ve yine notalar gibi dalgalandıkça yeryüzünün en güzel müziği çıkıyordu ortaya. Kristal bir kusursuzluk her akşam bu köşede müziğin huzurlu dünyasında yolculuğa çıkıyordu. Çalmaya başladığında önce bir keman sesi sonra birbiri ardına diğer enstrümanlar katılıyordu bu seyahate. Öyle anlar geliyordu ki gözlerini kapıyor, kendini karlarla kaplanmış Ankara'da kimse sokakta yokmuş da sadece kendisi dışarıdaymış ve her adımında karların ezilme sesini duyuyormuş gibi hayal ediyor, huzur içinde kendinden geçiyordu. Müzik, onun hayatıydı. Müzik dışındaki her şeye karşı ürkek, sert ve kendisine yaklaşan her şeye karşı önyargılıydı. Ama haklıydı da. Öylesine ayrılıyordu ki insanlardan, onun bu dünyadan olmadığına rahatlıkla inanabilirdiniz..."
Bugün ondan hiç haber alamamıştı. Dün gece en son onun yazdıklarıyla uyumuştu.
"Mutluluk" , oh neyse ki mutlu geçirmiş bugününü, balonları uçurduğunu söylüyordu. İşte budur, uzaklarda biri mutlu olacak ve o da masasının başında mutlu olacaktı. Gülümsedi...Masa lambasını söndürdü. Yarın işe erken gitmeliyim diye düşündü yatağına girdi ve uyudu.
Sonraki günler kabus gibiydi. Uzun süre haber alamadı. Sonra haber almaya başladım diye sevinirken daha kötü şeyler oldu. Haksız yere bir anda hırçınlaşan o güzel kız saçlarını kesip bağıra çağıra hayatından çıktı.
"İnsanlar" diye düşündü. Gerçek çirkinliğin farkına çok çok sonradan varıyorlar. Karşılıksız sevginin ne demek olduğunu hiç görmedikleri için her şeye karşı ürkek olabiliyorlar. Bu oldukça ince bir çizgi...Çizginin ne tarafında olduğunu fark edememek oldukça kolay.
O hafta boyunca işe gitti ve geldi. Akşamları kitap okurken hep kahramanı onun gibi güzel biri olarak hayal etti. Kırmızı Saçlı Kadını bile simsiyah saçlı olarak hayal etti. Kitapta o kadın tiyatrocuydu ama belki piyano çalmayı da biliyordu. Kim bilir.. Güzel olan her şeyin bir notası var. Ve kahramanımızın müziği ansızın kesildi.
Kelimelerin büyüsüyle her isteğini, her hayal ettiğini gerçekleştireceğini düşünüyordu. Kelimelerle insanları etkisi altına alabilir, istediklerini yaptırabilir, kendine bağlayabilirdi. 3 gündür evden çıkmıyordu ve 3 gündür telefonu çalmıyordu. Ne o kimseyi merak ediyordu ne de kimse onu.
Biraz kendi başına kalmalı, düşünmeliydi. İleri daha sağlam adım atmak için birazcık gerileme iyi gelecekti. Bu gerilemede kaybettikleri de olacaktı. Kaybetmenin acısını şimdiden kalbinde hissediyordu. Hayat ne garip, bir şeyi kaybetmeden acısının şiddeti tahmin edilemiyor. Ve kaybetmeden kazanmak hiçbir zaman mümkün olamıyor.
Bazı insanlar vardır. Uzaktadır. Ama o uzaktalığı bile varlığının çokluğuyla size enerji verir. Hiç görmeyeceksinizdir onu ve sadece belli belirsiz haberler alacaksınızdır. Bir GPS aygıtının size nerede olduğunuzu göstermesi için 3 farklı uyduyu görmesi gerekir. İnsan hayatı da böyledir. Nerede olduğunuzu bilmeniz için insanlara ihtiyacınız var. Sevdiğiniz insanların fazlalığı sizin yerinizin daha kesin ortaya çıkmasına neden olur. Ama onların sizi sevmesini beklemeyin. Evet kahramanımızın 3 gündür çalmayan telefonu artık kökleriyle birlikte kurumuş, ilk rüzgarda yıkılacak bir ağacı andırmıyor mu?
Hayatımızda birçok kez hata yaparız. Kahramanımız hataları oldukça fazla olan bir adam. Her hatasının değerini ve ona öğrettiklerini ve hatta pişmanlıklarını seven bir adam.
Yeniden yazmaya başladı...
"Bir akşamüstü mutfağa kahve almaya gittiğinde piyano taburesinde çöreklenmiş kedisini gördü. Bardağını piyanonun üzerine hafifçe bıraktı. Kedisini kucağına alıp bir süre sevdi onu.
Gözleri uzaklara dalmıştı notalara bakarken. Saçları simsiyahtı notalar gibi ve yine notalar gibi dalgalandıkça yeryüzünün en güzel müziği çıkıyordu ortaya. Kristal bir kusursuzluk her akşam bu köşede müziğin huzurlu dünyasında yolculuğa çıkıyordu. Çalmaya başladığında önce bir keman sesi sonra birbiri ardına diğer enstrümanlar katılıyordu bu seyahate. Öyle anlar geliyordu ki gözlerini kapıyor, kendini karlarla kaplanmış Ankara'da kimse sokakta yokmuş da sadece kendisi dışarıdaymış ve her adımında karların ezilme sesini duyuyormuş gibi hayal ediyor, huzur içinde kendinden geçiyordu. Müzik, onun hayatıydı. Müzik dışındaki her şeye karşı ürkek, sert ve kendisine yaklaşan her şeye karşı önyargılıydı. Ama haklıydı da. Öylesine ayrılıyordu ki insanlardan, onun bu dünyadan olmadığına rahatlıkla inanabilirdiniz..."
Bugün ondan hiç haber alamamıştı. Dün gece en son onun yazdıklarıyla uyumuştu.
"Mutluluk" , oh neyse ki mutlu geçirmiş bugününü, balonları uçurduğunu söylüyordu. İşte budur, uzaklarda biri mutlu olacak ve o da masasının başında mutlu olacaktı. Gülümsedi...Masa lambasını söndürdü. Yarın işe erken gitmeliyim diye düşündü yatağına girdi ve uyudu.
Sonraki günler kabus gibiydi. Uzun süre haber alamadı. Sonra haber almaya başladım diye sevinirken daha kötü şeyler oldu. Haksız yere bir anda hırçınlaşan o güzel kız saçlarını kesip bağıra çağıra hayatından çıktı.
"İnsanlar" diye düşündü. Gerçek çirkinliğin farkına çok çok sonradan varıyorlar. Karşılıksız sevginin ne demek olduğunu hiç görmedikleri için her şeye karşı ürkek olabiliyorlar. Bu oldukça ince bir çizgi...Çizginin ne tarafında olduğunu fark edememek oldukça kolay.
O hafta boyunca işe gitti ve geldi. Akşamları kitap okurken hep kahramanı onun gibi güzel biri olarak hayal etti. Kırmızı Saçlı Kadını bile simsiyah saçlı olarak hayal etti. Kitapta o kadın tiyatrocuydu ama belki piyano çalmayı da biliyordu. Kim bilir.. Güzel olan her şeyin bir notası var. Ve kahramanımızın müziği ansızın kesildi.
7 Haziran 2016 Salı
Yağmurları Çağırıyorum...
Sen geldiğinde çalan bir parça vardı aklımda biraz önce...
Ve gittiğinde aralık bıraktığın kapının iç acıtan gıcırtısı...
Yalnız başıma kaldığımda,
Daha akıllı olduğum zamanlarda
Gerçekten delirdiğimi düşünüyorum.
Sonra geçiyor.
Delirirken bile odaklanamıyorum.
Serçeler gibi daldan dala konup sürekli şarkılar söylemek isteyen biriyim aslında.
Sesimi kısıyorlar...
Bağırıyorlar ayarsız.
Yemyeşil vadilerinde geziyorum aklımın,
Yağmurları çağırıyorum.
Islanıyorum, çimenlere uzanıp...
Yağmurlar herşeyi temizler
Gözyaşlarını bile..
Ve gittiğinde aralık bıraktığın kapının iç acıtan gıcırtısı...
Yalnız başıma kaldığımda,
Daha akıllı olduğum zamanlarda
Gerçekten delirdiğimi düşünüyorum.
Sonra geçiyor.
Delirirken bile odaklanamıyorum.
Serçeler gibi daldan dala konup sürekli şarkılar söylemek isteyen biriyim aslında.
Sesimi kısıyorlar...
Bağırıyorlar ayarsız.
Yemyeşil vadilerinde geziyorum aklımın,
Yağmurları çağırıyorum.
Islanıyorum, çimenlere uzanıp...
Yağmurlar herşeyi temizler
Gözyaşlarını bile..
6 Haziran 2016 Pazartesi
Aylak Adam
''Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep
öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır
bu. Özgürlüğe susamışlıktır.''
Yusuf Atılgan'la yeni tanıştım. Kitap güzel, Kahraman ilginç, olay geçişleri bazen sert, zaman kurgusu değişik... Hepsini biraraya getirince ortaya orjinal bir kitap çıkmış.
Kahramanın adı yok. Ama yazar ona Bay C. demiş. Baştan beri tanışamadığı hep tesadüfen teğet geçtiği ise B. adında bir kız.
Aylak Adam, bir mirasyedi. Çok zengin ve çalışmadan gezip dolaşan ne istediğini ve ne yaşaması gerektiğini çözemeyen bir kaybeden.
Yanlış anlamalarla ilişkilerini bitiren ve yitirdiklerinin peşinden koşan kararsız bir adam. Sonunda aşkı bulduğunu düşünüyorum. Ama o bulduğunu da yitireceğinden da emin gibiyim.
Onu Aylak yapan ise çocukluğunda yaşadığı travma aslında. Babasının yaptıklarını sürekli hatırlayan bir büyük çocuk o.
"İnsan geçmiş bir olayı kafasından kazıyıp attığını sanıyor. Değil. Tortuya benzer bir kalıntı var."
Yusuf Atılgan'la yeni tanıştım. Kitap güzel, Kahraman ilginç, olay geçişleri bazen sert, zaman kurgusu değişik... Hepsini biraraya getirince ortaya orjinal bir kitap çıkmış.
Kahramanın adı yok. Ama yazar ona Bay C. demiş. Baştan beri tanışamadığı hep tesadüfen teğet geçtiği ise B. adında bir kız.
Aylak Adam, bir mirasyedi. Çok zengin ve çalışmadan gezip dolaşan ne istediğini ve ne yaşaması gerektiğini çözemeyen bir kaybeden.
Yanlış anlamalarla ilişkilerini bitiren ve yitirdiklerinin peşinden koşan kararsız bir adam. Sonunda aşkı bulduğunu düşünüyorum. Ama o bulduğunu da yitireceğinden da emin gibiyim.
Onu Aylak yapan ise çocukluğunda yaşadığı travma aslında. Babasının yaptıklarını sürekli hatırlayan bir büyük çocuk o.
"İnsan geçmiş bir olayı kafasından kazıyıp attığını sanıyor. Değil. Tortuya benzer bir kalıntı var."
Bir Kadının 24 Saati
... tüm acılar korkaktır, kendisinden daha güçlü olan yaşama isteği
karşısında geri çekilir, çünkü bedenimizin her hücresinde yerleşmiş olan
yaşama isteği, ruhumuzdaki ölüm tutkusundan daha güçlüdür.
Bir otelde kalan insanların yine aralarından evli ve 2 çocuk sahibi bir kadınla yakışıklı bir gencin kaçışı sonrasında aralarında konuşmalarıyla başlıyor konumuz. Ve Sabahattin Ali'de gördüğümüz hikaye içinde hikaye olayı bu kitapta da mevcut.
Zweig'in Satranç'ta olduğu gibi başkahramanın ağzından yazdığı bir kitap. Bu kitabın en güzel yerlerinden biri kumarbaz gencin kumar oynarken adeta elleriyle bütün hayatını anlattığını ifade eden satırlardı.
Bir insanın hayatını kurtarmak için neler yapabilirsiniz? Ve bu çabanızın sonunda hayal kırıklığına uğramak sizi ne kadar rahatsız eder.
Kitapta hayatımız boyunca bazen müdahale etmek isteyip de etmediğimiz olaylardan birnde tam tersi bir durumu bütün içtenliğiyle buluyoruz. İyilik yaptıktan sonra karşılaşacağımız gerçekler beklediğimiz gerçekler olmayabilir.
Kısa bir kitap, okunası, hoş güzel tat bırakan...
''Kişinin kendini tanımaya başlaması aslında kendini savunmaya başlamasıdır ve bu, çoğu zaman beyhude bir savunmadır.''
Bir otelde kalan insanların yine aralarından evli ve 2 çocuk sahibi bir kadınla yakışıklı bir gencin kaçışı sonrasında aralarında konuşmalarıyla başlıyor konumuz. Ve Sabahattin Ali'de gördüğümüz hikaye içinde hikaye olayı bu kitapta da mevcut.
Zweig'in Satranç'ta olduğu gibi başkahramanın ağzından yazdığı bir kitap. Bu kitabın en güzel yerlerinden biri kumarbaz gencin kumar oynarken adeta elleriyle bütün hayatını anlattığını ifade eden satırlardı.
Bir insanın hayatını kurtarmak için neler yapabilirsiniz? Ve bu çabanızın sonunda hayal kırıklığına uğramak sizi ne kadar rahatsız eder.
Kitapta hayatımız boyunca bazen müdahale etmek isteyip de etmediğimiz olaylardan birnde tam tersi bir durumu bütün içtenliğiyle buluyoruz. İyilik yaptıktan sonra karşılaşacağımız gerçekler beklediğimiz gerçekler olmayabilir.
Kısa bir kitap, okunası, hoş güzel tat bırakan...
''Kişinin kendini tanımaya başlaması aslında kendini savunmaya başlamasıdır ve bu, çoğu zaman beyhude bir savunmadır.''
9 Mayıs 2016 Pazartesi
Paramparça aşklar...
Her günün aynı olduğunu, aynı düzenin süregeldiğini düşündüğümüz zamanlar bu zamanlar. Sahildeki banklar boş duruyor, aşıklar bu dünyayı terk edeli çok oldu çünkü.
Ve yaşlılar için çok tehlikeli bu dünya.
İstediğimiz birçok şeyi yapamadığımız için ara sıra sıra yoldan çıkmalarımız,
Doymamış ruhlarımızın açlığıyla sarhoş fantazilerimiz var.
Bunca zaman yaşadıktan sonra bazı gerçekleri acı biçimde görmenin hüznü esiyor ılık ılık,
Sonbaharın ilk soğuk rüzgarlarında arkasından ağlanan bir yaz gibi.
Arabanın camlarına vuran yağmur tanelerinin sesleri, derinden çalan parçamıza eşlik ettiğinde
Biz başka dünyanın insanlarıyız demek geliyor içimden.
Gitmemiz gerek, nereye ve nasıl olduğunu hiç düşünmeden..
Kolera Günlerinde Aşk
Bu adam yani Marquez normal bir adam değil. Neden değil derseniz bütün kitaplarında konuyu bir yere kadar mükemmel biçimde getirip sakız gibi sündürmese olmaz da ondan.
Şaka bir yana olmazsa olmaz konuların adamı bu romanında kolera salgını sırasında ve sonrasına sarkan günlerde yaşanan büyük bir aşk hikayesini anlatıyor. Kitabın konusu çok yalın aslında ama yine cinsellik, türlü tuhaflıklar ve yine savaşa değinmeden edememiş yazar.
Bu romanın en sevdiğim yanlarından biri birbirine benzer hatta aynı isimleri kullanan yazarın bu kitapta daha ayrıştırıcı isimleri kullanması. Diğer kitaplarda isimleri etrafımdaki herkes gibi karıştırıyordum.
Kitabı okumam çok uzun sürdü. Toplam 442 sayfa olmasından kaynaklanmıyor bu gecikme. Tamamen kitabın bir bölümünden sonra yazarın başta söylediğim sündürme olayından kaynaklanıyor.
Çok sağlam ve inatçı karakterler kol geziyor ortalıkta. Yüzyıllık Yalnızlık'taki kadar uçamamış, Kırmızı Pazartesi kadar sıkmamış diyebilirim.
Benden size tavsiye bu kitabı uzun zamana yayarak okumamanız. Yoksa cidden bayıyor.
Kitapta çok güzel replikler bulunuyor:
- Aşk yüzünden delirenler hiç eksik olmaz burada; günün birinde size bu fırsatı verecek bir aşk delisi nasıl olsa çıkar.
- Bu yaşamdan götüreceğim biricik hayal kırıklığı şu: Birçok cenazede şarkı söylediğim halde, kendi cenazemde söyleyemeyeceğim.
- "Hiçbir şey, ölümünden daha çok benzemez insana"
Şaka bir yana olmazsa olmaz konuların adamı bu romanında kolera salgını sırasında ve sonrasına sarkan günlerde yaşanan büyük bir aşk hikayesini anlatıyor. Kitabın konusu çok yalın aslında ama yine cinsellik, türlü tuhaflıklar ve yine savaşa değinmeden edememiş yazar.
Bu romanın en sevdiğim yanlarından biri birbirine benzer hatta aynı isimleri kullanan yazarın bu kitapta daha ayrıştırıcı isimleri kullanması. Diğer kitaplarda isimleri etrafımdaki herkes gibi karıştırıyordum.
Kitabı okumam çok uzun sürdü. Toplam 442 sayfa olmasından kaynaklanmıyor bu gecikme. Tamamen kitabın bir bölümünden sonra yazarın başta söylediğim sündürme olayından kaynaklanıyor.
Çok sağlam ve inatçı karakterler kol geziyor ortalıkta. Yüzyıllık Yalnızlık'taki kadar uçamamış, Kırmızı Pazartesi kadar sıkmamış diyebilirim.
Benden size tavsiye bu kitabı uzun zamana yayarak okumamanız. Yoksa cidden bayıyor.
Kitapta çok güzel replikler bulunuyor:
- Aşk yüzünden delirenler hiç eksik olmaz burada; günün birinde size bu fırsatı verecek bir aşk delisi nasıl olsa çıkar.
- Bu yaşamdan götüreceğim biricik hayal kırıklığı şu: Birçok cenazede şarkı söylediğim halde, kendi cenazemde söyleyemeyeceğim.
- "Hiçbir şey, ölümünden daha çok benzemez insana"
10 Şubat 2016 Çarşamba
Serenad
Konu muhteşem, karakterler bazı yerlerde bir Amerikan filmi havasında anlatılmış. Bu bölümleri pek sahici bulduğumu söyleyemem.
Gereksiz yere uzatılan kitabın 3 bölümü var. 1. Bölümde Üniversite'de çalışan kahramanımız Maya'nın Amerika'ya giden uçakta yaşadıklarını yazmasıyla başlıyor. 2. Bölüm'de öğrendiği bir aşk-katliam-kaçış hikayesinin yani Max ile Nadia'nın hikayesi olarak yer alıyor. 3. Bölüm ise Amerika'dan dönen Maya'nın değişen hayatı ve yaşadığı bu olayların etkisini konu ediyor.
Kitap çoğu yerde Sunay Akın tarzı gereksiz "bunu biliyormuydunuz" köşeleriyle dolu. Livaneli gereksiz yere bir genel kültür gösterisi yapmış.
Hikaye, 2.Dünya savaşı sıralarında Almanya'da geçiyor. Genç ve yakışıklı Alman Maximillian ile Yahudi Nadia, Üniversitede tanışıp birbirlerine aşık olurlar. Ancak Alman ve Yahudi evlenmelerine karşı çıkılan ve toplama kamplarının kurulduğu bir dönem olmasından dolayı Nadia'ya sahte bir Alman kimliği çıkarılır. Almanya'nın uzak bir kentinde bir Üniversitede Max iş bulur ve yaşamaya başlarlar. Ancak bir süre sonra Nadia'nın kimliğinde insanlar şüphelenmeye başlar. Karı koca Paris'e trenle kaçarlarken trende Nadia Nazi subayları tarafından yakalanır. Ve dram bundan sonra başlar.
Hikaye Almanya, Fransa, Romanya ve Türkiye'de geçiyor. Türkiye'de yaşanmış olanlar ise tam bir insanlık suçu niteliğinde. Kitabın ana teması da aslında bu devletler yasal katillerdir.
Gereksiz yere uzatılan kitabın 3 bölümü var. 1. Bölümde Üniversite'de çalışan kahramanımız Maya'nın Amerika'ya giden uçakta yaşadıklarını yazmasıyla başlıyor. 2. Bölüm'de öğrendiği bir aşk-katliam-kaçış hikayesinin yani Max ile Nadia'nın hikayesi olarak yer alıyor. 3. Bölüm ise Amerika'dan dönen Maya'nın değişen hayatı ve yaşadığı bu olayların etkisini konu ediyor.
Kitap çoğu yerde Sunay Akın tarzı gereksiz "bunu biliyormuydunuz" köşeleriyle dolu. Livaneli gereksiz yere bir genel kültür gösterisi yapmış.
Hikaye, 2.Dünya savaşı sıralarında Almanya'da geçiyor. Genç ve yakışıklı Alman Maximillian ile Yahudi Nadia, Üniversitede tanışıp birbirlerine aşık olurlar. Ancak Alman ve Yahudi evlenmelerine karşı çıkılan ve toplama kamplarının kurulduğu bir dönem olmasından dolayı Nadia'ya sahte bir Alman kimliği çıkarılır. Almanya'nın uzak bir kentinde bir Üniversitede Max iş bulur ve yaşamaya başlarlar. Ancak bir süre sonra Nadia'nın kimliğinde insanlar şüphelenmeye başlar. Karı koca Paris'e trenle kaçarlarken trende Nadia Nazi subayları tarafından yakalanır. Ve dram bundan sonra başlar.
Hikaye Almanya, Fransa, Romanya ve Türkiye'de geçiyor. Türkiye'de yaşanmış olanlar ise tam bir insanlık suçu niteliğinde. Kitabın ana teması da aslında bu devletler yasal katillerdir.
29 Ocak 2016 Cuma
Yabancı - Albert Camus
Rahatsız eder
"Bu nasıl insan" dedirtir
Küfrettirir
Kitapta duyguları bozuk kahramanımız Mersault yaşadığı güzelliklere, üzüntülere ve kötülüklere karşı duyarsız biri... Yine de çevresindeki insanlar onu, onun onları sevdiğinden daha fazla seviyor ve sürekli bir şeyler teklif ediyorlar.
Hayatında yapılan bütün teklifleri -ki buna Marie'nin evlenme teklifi de dahil- farketmez, olabilir gibi tuhaf cevaplarla karşılayan bir adam bu. Ancak hissettikleriyle ilgili sorulan her şeye samimi ve doğru cevaplar vermesi büyük bir erdem olmasına rağmen okuyucu olarak neden rahatsızlık duyduğumu daha sonra anladım: Mösyö Meursault, bizim yaptığımız gibi insanlara kibar davranmak adına söylenen beyaz yalanlara başvurmuyor, politika yapmıyor, ondan istenen bir şey varsa da hemen yapıyor. Evet Meursault iyi bir insan ama yaşadığı dönemin kurallarına uymadığı için rahatsız bir insan olduğunu düşündürüyor.
İdam kararı açıklandığında bile söyleyecek bir şeyin var mı dendiğinde "Hayır!" cevabını verebilecek kadar sakin ve sıradışı bir adam.
Kısa, akıcı, sıradışı ve dolu dolu bir kitap okumak isteyenler için mükemmel bir kitap... Başyapıt.
"Bu nasıl insan" dedirtir
Küfrettirir
Kitapta duyguları bozuk kahramanımız Mersault yaşadığı güzelliklere, üzüntülere ve kötülüklere karşı duyarsız biri... Yine de çevresindeki insanlar onu, onun onları sevdiğinden daha fazla seviyor ve sürekli bir şeyler teklif ediyorlar.
Hayatında yapılan bütün teklifleri -ki buna Marie'nin evlenme teklifi de dahil- farketmez, olabilir gibi tuhaf cevaplarla karşılayan bir adam bu. Ancak hissettikleriyle ilgili sorulan her şeye samimi ve doğru cevaplar vermesi büyük bir erdem olmasına rağmen okuyucu olarak neden rahatsızlık duyduğumu daha sonra anladım: Mösyö Meursault, bizim yaptığımız gibi insanlara kibar davranmak adına söylenen beyaz yalanlara başvurmuyor, politika yapmıyor, ondan istenen bir şey varsa da hemen yapıyor. Evet Meursault iyi bir insan ama yaşadığı dönemin kurallarına uymadığı için rahatsız bir insan olduğunu düşündürüyor.
İdam kararı açıklandığında bile söyleyecek bir şeyin var mı dendiğinde "Hayır!" cevabını verebilecek kadar sakin ve sıradışı bir adam.
Kısa, akıcı, sıradışı ve dolu dolu bir kitap okumak isteyenler için mükemmel bir kitap... Başyapıt.
27 Ocak 2016 Çarşamba
Yerdeniz Serisi-6 Öteki Rüzgar
Yerdeniz Serisinin 6. ve son kitabı...
Bir nevi kıyamet günü canlandırması gibi ama kıyametin ucundan dönülmesi gibi aynı zamanda.
Son kitapta biraz daha aksiyon olsa daha iyi olurdu. Evet Tehanu; o yanık yüzlü güzel kız baştan beri bir ejderhaydı ama sonunda bu son kitapta altın renkli haline bürünebiliyor.
Kuğu ile olan savaşında bütün gücünü kaybetmiş olan Çevik Atmaca'nın tekrar güçlerine kavuşması şahane olurdu ama maalesef o da olmadı. Ve beklediğim ve olmayan şeylerden biri de daha önceki kitaplarda içinde bir büyücülük yeteneği varmış gibi davranılan, böyle bir beklenti yaratılan Tenar, oldukça pasif bir rolde kalmış.
Ejderhaların insanların yaşam alanlarına gelmeye başlamasını, ölümlülerle yaşayanlara arasındaki duvarın hasar görmesini yeterince net kafamda canlandıramadım.
Bütün bu beklenenlerin gerçekleşmemesi bir yana, yazar o kadar iyi betimliyor ki olayları yine şahane bir kitaptı demek farz oluyor.
Son kitabın huzurlu bir sonla bitmesi, aksiyon beklentisini karşılamasa da daha da fazla etkileyicilik sağlıyor.
Bu seriyi okuyun derim.
Bir nevi kıyamet günü canlandırması gibi ama kıyametin ucundan dönülmesi gibi aynı zamanda.
Son kitapta biraz daha aksiyon olsa daha iyi olurdu. Evet Tehanu; o yanık yüzlü güzel kız baştan beri bir ejderhaydı ama sonunda bu son kitapta altın renkli haline bürünebiliyor.
Kuğu ile olan savaşında bütün gücünü kaybetmiş olan Çevik Atmaca'nın tekrar güçlerine kavuşması şahane olurdu ama maalesef o da olmadı. Ve beklediğim ve olmayan şeylerden biri de daha önceki kitaplarda içinde bir büyücülük yeteneği varmış gibi davranılan, böyle bir beklenti yaratılan Tenar, oldukça pasif bir rolde kalmış.
Ejderhaların insanların yaşam alanlarına gelmeye başlamasını, ölümlülerle yaşayanlara arasındaki duvarın hasar görmesini yeterince net kafamda canlandıramadım.
Bütün bu beklenenlerin gerçekleşmemesi bir yana, yazar o kadar iyi betimliyor ki olayları yine şahane bir kitaptı demek farz oluyor.
Son kitabın huzurlu bir sonla bitmesi, aksiyon beklentisini karşılamasa da daha da fazla etkileyicilik sağlıyor.
Bu seriyi okuyun derim.
26 Ocak 2016 Salı
Siddharta
Hikayenin kahramanından adını alan bir kitap. Budist bir ailenin mükemmel oğlu Siddharta ve can yoldaşının gerçek "Ben" i bulma yolculuğu...
Hayır bu kitap budizmi ya da başka bir öğretiyi ön plana çıkaran propagandasını yapan bir nitelikte değil. Bu insanın cevapları içinde bulma hikayesi.
Tabii kitabın kahramanının birdenbire zengin olması, daha önce yapmadığı birçok şeyi yapıyor olması aslında biraz gerçek dışı olmuş.
Yine yıllar sonra sevgilisinin ve doğduğundan haberi dahi olmadığı 11 yaşındaki oğluyla karşılaşması, ardından kadının başına gelenler biraz Türk filmi gibi.
Ama yine de verilen mesaj güzel. Bu tip konulardaki kitapları ben genelde okumam ama bu güzel. Okuyun. :)
Hayır bu kitap budizmi ya da başka bir öğretiyi ön plana çıkaran propagandasını yapan bir nitelikte değil. Bu insanın cevapları içinde bulma hikayesi.
Tabii kitabın kahramanının birdenbire zengin olması, daha önce yapmadığı birçok şeyi yapıyor olması aslında biraz gerçek dışı olmuş.
Yine yıllar sonra sevgilisinin ve doğduğundan haberi dahi olmadığı 11 yaşındaki oğluyla karşılaşması, ardından kadının başına gelenler biraz Türk filmi gibi.
Ama yine de verilen mesaj güzel. Bu tip konulardaki kitapları ben genelde okumam ama bu güzel. Okuyun. :)
11 Ocak 2016 Pazartesi
Hikayenin başlangıcı yok
Hergün seninle,
Damarlarıma bir iğne deliğinden karışmış uyuşturucu gibi...
Birkaç gün uzak dursam,
Zıt kutupların çekiciliği.
Ben hırçın dalgalarımla sahili döverken
Sen masmavi çarşaf gibi bir deniz.
Hikayenin başlangıcı yok
Benimle doğdu
Sonu da olmayacak...
Bülbülü Öldürmek
Küçük bir kızın ağzından klasik bir Amerikan hayatının anlatılışı. Annesini kaybetmiş, babası, abisi, ev işlerine bakan kadın ve komşuları etrafında geçen olaylar üzerine kurulu.
Olaylar Maycomb kasabasında geçmekte ve burası çok uzun yıllar kar yağmamış ılıman bir iklime sahip. Kahraman kızımız Scout'un abisi Jem'in yaptığı kardan adam şahaneydi.
Kardan adamı yaptıkları gün çıkan yangında ölümüne korktukları komşularının onlara battaniye bile verdiğinin farkına varmamaları ve okuyucunun da sonradan öğrenmesi minik bir sürpriz aslında. O gizemli komşularıyla daha sonra yine karşılaşacaklardı.
Scout'un babası Avukat Atticus'un siyahi bir adamı savunduğu dava ve insanların onlara yaklaşımları, ikiyüzlülükleri çok iyi anlatılmış. Buruk bir hikayesi var aslında. 1930'lu yıllara Amerikası'nda ırkçılığın geldiği boyutlar küçük bir kızın dilinden bu kadar güzel anlatılabilirdi.
Birçok eserde olduğu gibi kitabın bir köşesine Yahudiler tarih boyunca zulüm görmüş, çalışkan örnek bir toplumdur gibi propagandayı hiç sevmedim. Konu itibariyle zaten alakası da yoktu kitapta. Belli ki kitap yazıldıktan sonra eklenmiş.
Yazar fazlaca tasvirde bulunan biri değil, olayları anlatış biçimi oldukça güzel sadece. Yani dili edebi bir dil değil. Ancak kitabın verdiği mesaj çok iyi. Bir babanın kızını ve oğlunu örnek birer insan olarak yetiştirme çabası ve çocukların da ara sıra karşı çıksalar da onu sürekli dinlemeleri üzerine hoş bir hikaye.
Olaylar Maycomb kasabasında geçmekte ve burası çok uzun yıllar kar yağmamış ılıman bir iklime sahip. Kahraman kızımız Scout'un abisi Jem'in yaptığı kardan adam şahaneydi.
Kardan adamı yaptıkları gün çıkan yangında ölümüne korktukları komşularının onlara battaniye bile verdiğinin farkına varmamaları ve okuyucunun da sonradan öğrenmesi minik bir sürpriz aslında. O gizemli komşularıyla daha sonra yine karşılaşacaklardı.
Scout'un babası Avukat Atticus'un siyahi bir adamı savunduğu dava ve insanların onlara yaklaşımları, ikiyüzlülükleri çok iyi anlatılmış. Buruk bir hikayesi var aslında. 1930'lu yıllara Amerikası'nda ırkçılığın geldiği boyutlar küçük bir kızın dilinden bu kadar güzel anlatılabilirdi.
Birçok eserde olduğu gibi kitabın bir köşesine Yahudiler tarih boyunca zulüm görmüş, çalışkan örnek bir toplumdur gibi propagandayı hiç sevmedim. Konu itibariyle zaten alakası da yoktu kitapta. Belli ki kitap yazıldıktan sonra eklenmiş.
Yazar fazlaca tasvirde bulunan biri değil, olayları anlatış biçimi oldukça güzel sadece. Yani dili edebi bir dil değil. Ancak kitabın verdiği mesaj çok iyi. Bir babanın kızını ve oğlunu örnek birer insan olarak yetiştirme çabası ve çocukların da ara sıra karşı çıksalar da onu sürekli dinlemeleri üzerine hoş bir hikaye.
6 Ocak 2016 Çarşamba
Kar Gezisi
Neler olacağını bilmeden tren yolunda raylara taş dizerdik. Kocaman bir trenin devrilmesini hayal edemiyorduk ki.
Soğuk kış günlerinde şehrin oldukça dışında olan evimizden babamla beraber çıkar, hiç ayak basılmamış karlar üzerinde gezintiye çıkardık. Kar tanelerinin yere düşüş sesini hissettiğiniz mucizevi anlardandı. Küçük ellerimde eldivenler, arada bir babamın sıcak paltosunun cebime sokup ısıtırdım. O kadar az insan görürdük ki, bazı günler hiçkimse görmezdik hatta.
Babam 1-2 kilometre ilerde bulunan küçük tepede çok çok eski devirlerde yaşamış bir kralın sarayının olduğunu söylerdi ve o tepeye giden siyah taşlı yolun da Kral yolu olduğunu anlatırdı. Bulduğu birkaç ok ucunu da gösterir, demir çağına kadar uzanan bir tarihin yattığını iddia ederdi. Bence okusaymış çok iyi bir arkeolog olacağı kesindi.
O kar gezilerimizin birinde kızıl tüyleriyle bir tilki görmüştüm. O kadar güzeldi ki. Yiyecek bulmak için oradan oraya zıplayıp duruyordu kerata. Birgün de çok büyük bir çoban köpeği karşımıza çıkmıştı.Korkmuştum ben ve babamın arkasına saklanmıştım. Babamsa o köpeği bir çocuk gibi sevip yollamıştı.
Ne zaman kar yağsa hep aklıma o günler gelir.
Yerdeniz Serisi-5 Yerdeniz Öyküleri
Serinin 5.kitabı ama belli bir hikayenin devamı niteliğinde değil. Aslında seride bahsedilen bazı konularda ek bilgilerden oluşuyor da diyebiliriz.
İlk öyküde Roke Adası'nın ve adanın içindeki büyücüler adasının nasıl kurulduğu anlatılıyor.
2. öykü bir aşk hikayesi zengin erkek ve fakir kız havasında. Mutlu sonu sevenler için ideal bir konu ama Ursula, aşk konusunda bence o kadar da iyi değil. En azından çocuk ve kızın biraz büyü yeteneği var. Ancak aksiyon sıfır. :) Zaten kısa tutulmuş, serinin önceki kitaplarına atıfta bulunmayan tek bölüm bu. Kitaptan çıkarılsa da olurmuş.
3.Hikayede Çevik atmacanın etrafına zarar verebilecek ama aslında iyi kalpli olan bir büyücünün peşine düşüşü ve iyiliği bulduğunu anlayıp geri gidişi var.
4.Hikayede Çevik Atmacanın Gont'taki Hocası Ogeon'un çocukluğunda nasıl şehri hocasıyla kurtardığı anlatılıyor.
5.Hikaye'de ise Çevik Atmaca'nın bütün güçlerini kaybedip Tenar ile brlikte kendi yaşamına devam ettiği sıralarda Roke adasına gelen ve Büyücüler Okuluna girmeye çalışan İrialı adındaki kızın hikayesi var. Bu hikaye oldukça güzel ve sürükleyici. Bir sonraki kitapta neler olacak acaba dedirten bir sonla bitiyor.
Kısaca oldukça zevkle okunabilecek bir kitap ve kesinlikle serinin bir parçası...
İlk öyküde Roke Adası'nın ve adanın içindeki büyücüler adasının nasıl kurulduğu anlatılıyor.
2. öykü bir aşk hikayesi zengin erkek ve fakir kız havasında. Mutlu sonu sevenler için ideal bir konu ama Ursula, aşk konusunda bence o kadar da iyi değil. En azından çocuk ve kızın biraz büyü yeteneği var. Ancak aksiyon sıfır. :) Zaten kısa tutulmuş, serinin önceki kitaplarına atıfta bulunmayan tek bölüm bu. Kitaptan çıkarılsa da olurmuş.
3.Hikayede Çevik atmacanın etrafına zarar verebilecek ama aslında iyi kalpli olan bir büyücünün peşine düşüşü ve iyiliği bulduğunu anlayıp geri gidişi var.
4.Hikayede Çevik Atmacanın Gont'taki Hocası Ogeon'un çocukluğunda nasıl şehri hocasıyla kurtardığı anlatılıyor.
5.Hikaye'de ise Çevik Atmaca'nın bütün güçlerini kaybedip Tenar ile brlikte kendi yaşamına devam ettiği sıralarda Roke adasına gelen ve Büyücüler Okuluna girmeye çalışan İrialı adındaki kızın hikayesi var. Bu hikaye oldukça güzel ve sürükleyici. Bir sonraki kitapta neler olacak acaba dedirten bir sonla bitiyor.
Kısaca oldukça zevkle okunabilecek bir kitap ve kesinlikle serinin bir parçası...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)