zincirlemekazalara..
zincirlemesevişmelere..
zincirlemeintiharlara..
hayatave ölüme..
değil, hepsinin kesiştiği dakikaya
adanmıştır..
cesur inların kitabıdır..
tanrının onayından geçmiştir..
Bazı kitaplar sakıncalıdır. Ve sakıncalı kitaplar olsalar da içlerinde en az 1-2 tane kırıntı olur diye düşünürüm hep. Bu kitapta da sadece 2 güzel bölüm vardı diyebilirim.
Sanki ağır bir uyuşturucu komasına girmek üzere olan bir insan yazmış bu kitabı. Küfürler havada uçuşuyor. Oldukça özgürlükçü düşünen biri olmama rağmen bu tip kitaplarda bence 18 yaş üstü okuyabilir gibi bir ibare konulmalı. Terbiye sınırlarını gerçekten de çok çok aşıyor. Özlemişiz Can Yücel gibi küfredenleri.
Bu bir şiir kitabı mı desek değil, aralarda düz yazılar ve sürekli sarhoşluk hali var. Okuduklarım içinde sadece 1 şiiri sevebildim. Bir kıtası şöyle:
Elimde hiç kullanılmamış bir intikam hissi var.
Hangi aşka soksam onu,
sevgililerin ömrü kısalır,
şiirlerin ütüsü bozulur...
29 Aralık 2015 Salı
Rothdchild Hanedanlığı
Satranç'ın ardından daha önce uzun süre araştırdığım bir ailenin gerçek hikayesine başladım. Ancak net biçimde söyleyebilirim ki kitap çok yetersiz.
Kitapta ailenin Birleşmiş Milletleri kurma çabalarını ve sonunda kurmalarını ve onun dışında da Amerikan Merkez Bankası'nı kurup (FED) ekonominin yönetimini ele geçirme hikayesini anlatıyor. İlluminatiye bile çok az değinilmekte.
Bu aile ilgili bilgi almak için bu kitap bir başvuru aracı olamıyor maalesef. Bu ailenin ortaya çıkışını ben tapınak şövalyelerinin ortaya çıktığı Haçlı Seferleri'ne kadar bağlayabilirdim aslında. Yani bu kadar yüzeysel geçilecek bir konu değil kesinlikle. Sonra bu ailenin dünyada diğer ülkelere yayılmış ailelerle olan ilişkileri hiç piyasada yok. Koç ailesiyle yenen yemekler, İtalya'da Fiat ailesi Fransa, İngiltere ve Avrupa'nın diğer ülkelerine yayılan para babaları bu kitapta yok.
Mesela yine ilk doları basan ailenin bu aile olduğu gerçeği yok, 1 Dolardaki piramit ve göz işaretinin yani İlluminati sembolünün nerden geldiğini anlatan bir şey yok. Yok oğlu yok aslında.
İngiltere-Fransa savaşını ve Kuzey-Güney savaşlarını bile çok kısa geçmiş. Türkiye'de sağ ve sol görüşü nasıl ajanlarıyla ülkeye yayıp Marshall yardımlarına(yardım değil aslında yüksek faizli borç) muhtaç bırakıldığımıza hiç değinilmemiş.
Bu tip kitaplarda bol bol kaynak gösterip bilimsel havalara girilmesi biraz anlamsız geliyor bana. Bugüne kadar oyunu kurallarına göre oynamamış Dünya'yı haraca bağlamış ve bağlamaya devam eden bir ailenin belge gösterilerek anlatılması zaten olanaksız.
OECD, FED, Birleşmiş Milletler vs gibi örgütlerin zaten Dünya'nın yarısına sahip bir ailenin diğer yarısına sahip olma ve yönetme girişimi diyebiliriz.
Kısaca son 2 yüzyıldır Dünya'daki savaşların ve ölümlerin önemli bir bölümünün sebebi bu aile ve İlluminati üyesi diğer ailelerdir. Bu ailelerin servetlerinin sadece yarısı bile dünya nüfusuna dağıtılsa açlıktan ölen kimse kalmayacak durumda. Yani bu insancıklar -ki biz bile onlara hizmet ediyoruz- sefalarına ölümler üzerine inşa etmeye devam ediyor.
Kitapta ailenin Birleşmiş Milletleri kurma çabalarını ve sonunda kurmalarını ve onun dışında da Amerikan Merkez Bankası'nı kurup (FED) ekonominin yönetimini ele geçirme hikayesini anlatıyor. İlluminatiye bile çok az değinilmekte.
Bu aile ilgili bilgi almak için bu kitap bir başvuru aracı olamıyor maalesef. Bu ailenin ortaya çıkışını ben tapınak şövalyelerinin ortaya çıktığı Haçlı Seferleri'ne kadar bağlayabilirdim aslında. Yani bu kadar yüzeysel geçilecek bir konu değil kesinlikle. Sonra bu ailenin dünyada diğer ülkelere yayılmış ailelerle olan ilişkileri hiç piyasada yok. Koç ailesiyle yenen yemekler, İtalya'da Fiat ailesi Fransa, İngiltere ve Avrupa'nın diğer ülkelerine yayılan para babaları bu kitapta yok.
Mesela yine ilk doları basan ailenin bu aile olduğu gerçeği yok, 1 Dolardaki piramit ve göz işaretinin yani İlluminati sembolünün nerden geldiğini anlatan bir şey yok. Yok oğlu yok aslında.
İngiltere-Fransa savaşını ve Kuzey-Güney savaşlarını bile çok kısa geçmiş. Türkiye'de sağ ve sol görüşü nasıl ajanlarıyla ülkeye yayıp Marshall yardımlarına(yardım değil aslında yüksek faizli borç) muhtaç bırakıldığımıza hiç değinilmemiş.
Bu tip kitaplarda bol bol kaynak gösterip bilimsel havalara girilmesi biraz anlamsız geliyor bana. Bugüne kadar oyunu kurallarına göre oynamamış Dünya'yı haraca bağlamış ve bağlamaya devam eden bir ailenin belge gösterilerek anlatılması zaten olanaksız.
OECD, FED, Birleşmiş Milletler vs gibi örgütlerin zaten Dünya'nın yarısına sahip bir ailenin diğer yarısına sahip olma ve yönetme girişimi diyebiliriz.
Kısaca son 2 yüzyıldır Dünya'daki savaşların ve ölümlerin önemli bir bölümünün sebebi bu aile ve İlluminati üyesi diğer ailelerdir. Bu ailelerin servetlerinin sadece yarısı bile dünya nüfusuna dağıtılsa açlıktan ölen kimse kalmayacak durumda. Yani bu insancıklar -ki biz bile onlara hizmet ediyoruz- sefalarına ölümler üzerine inşa etmeye devam ediyor.
Satranç
Oldukça mütevazi görünüşünün altında inanılmaz bir hikaye yatıyor. 100 sayfa bile değil ama insana dokunan bir kitap. Bu kitabın diğer özelliği ise yazarın eşi Lotte'yle birlikte intihar etmeden önce yazdığı son kitap olması.
Zweig, savaşa karşı bir yazar olduğu için memleketi olan Almanya'dan kaçıp Brezilya'da sürgün hayatı yaşarken yazmış bu kitabı. Ve Avrupa'da süren savaşların üzüntüsüne dayanamayıp karısıyla birlikte 1942'de intihar etmiş.
Kitap'ta 2 ana karakter ve 2 ara karakter ağır basıyor:
1. Ana karakterimiz Dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic. Bu oyuncu, satranç tahtasını görmeden rakibinin gelecek hamlelerini kesinlikle tahmin edemeyen, hayal etme yeteneği sıfır olan ve kendini beğenmiş, asosyal bir arkadaş.Herşeyden para talep etme gibi bir açgözlülüğü de var tabii.
2.Ana karakterimiz Gestapo tarafından bir otel odasında aylarca hücre hapsine kapatılmışken, bir sorgulama öncesi bekletildiği odada bir Alman subayın cebinden gizlice çaldığı satranç kitabından oyunu öğrenip, aklında kendi kendine binerce kez satranç oynamış ve sonra kurtulup Almaya'dan kaçmış olan Dr. B.
Diğer 2 ara karakter ise New York'tan Buenos Aires'e diğer 2 ana karakterle gemi yolculuğu yapmaktadır. Birisi çok zengin bir adam diğeri ise hikayeyi anlatan ve o muhteşem satranç karşılaşmanın gerçekleşmesini sağlayan hikaye anlatıcı.
Aslında konu çok basit. Ama bu kadar az malzeme ve basit konu ile yazar inanılmaz bir iş yapıyor. Hayal gücü ile gerçekliğin bir savaşı bu. Bir günde bitireceğiniz ve bitirdiğinizde gerçekten güzel kitaptı diyeceğiniz bir kitap.
28 Aralık 2015 Pazartesi
Yerdeniz Serisi-4 Tehanu
Serinin 1. kitaptan sonra en fazla aksiyona sahip kitabı bu diyebiliriz.
Serinin kahramanı Ged'in Athuan Mezarları'ndan birlikte kaçtığı kızla tekrar biraraya gelmesini ve birikte yaşamalarını anlatıyor kitap.
Çevik Atmaca'nın ilk büyücü hocası Ogeon'un ölmek üzere oduğu haberi Tenar'a ulaşır. Tenar, ölmüş olan kocasından kalmış olan çiftliği bırakıp Ogeon'un yanına gider. Ogeon birkaç gün sonra yaşamını yitirir. Ancak ömeden önce Tenar'ın yanında getirdiği ve yanarak ölmekten kurtardığı Tehanu isimli küçük kız çocuğuna herşeyi öğretmesini vasiyet eder.
Ogeon'un ölümünün ardından ejderha Kalessin'nin sırtında yarı ölü yarı canlı Çevik Atmaca gelir. Ancak savaşmaktan o kadar yorulmuştur ki bütün büyü güçleri de o savaşta yitip gitmiştir. Uzun bir aradan sonra Çevik Atmaca düzelmeye başlar, ancak kötülük onları takip etmektedir. Küçük kızı ele geçirmek için birkaç adam Tehanu'nun kaldığı Ogeon'un evine saldırır. Ama Çevik Atmaca onları büyü olmaksızın kurtarır.
Çevik Atmaca'yla bir önceki macerada mutlak Kral olan Arren, taç giyme töreninde tacını takması için Köşe Bucak kahramanımızı aramaktadır ama kahramanımız kaçmaktadır.
Bu kitapta artık yorulan kahramanımız, Tenar ve ejderha olduğundan şüphelendiğim Tehanu mutlu bir aile tablosu çizmektedir. Sonunda kahramanımız aradığı huzuru bulmuştur.
Serinin kahramanı Ged'in Athuan Mezarları'ndan birlikte kaçtığı kızla tekrar biraraya gelmesini ve birikte yaşamalarını anlatıyor kitap.
Çevik Atmaca'nın ilk büyücü hocası Ogeon'un ölmek üzere oduğu haberi Tenar'a ulaşır. Tenar, ölmüş olan kocasından kalmış olan çiftliği bırakıp Ogeon'un yanına gider. Ogeon birkaç gün sonra yaşamını yitirir. Ancak ömeden önce Tenar'ın yanında getirdiği ve yanarak ölmekten kurtardığı Tehanu isimli küçük kız çocuğuna herşeyi öğretmesini vasiyet eder.
Ogeon'un ölümünün ardından ejderha Kalessin'nin sırtında yarı ölü yarı canlı Çevik Atmaca gelir. Ancak savaşmaktan o kadar yorulmuştur ki bütün büyü güçleri de o savaşta yitip gitmiştir. Uzun bir aradan sonra Çevik Atmaca düzelmeye başlar, ancak kötülük onları takip etmektedir. Küçük kızı ele geçirmek için birkaç adam Tehanu'nun kaldığı Ogeon'un evine saldırır. Ama Çevik Atmaca onları büyü olmaksızın kurtarır.
Çevik Atmaca'yla bir önceki macerada mutlak Kral olan Arren, taç giyme töreninde tacını takması için Köşe Bucak kahramanımızı aramaktadır ama kahramanımız kaçmaktadır.
Bu kitapta artık yorulan kahramanımız, Tenar ve ejderha olduğundan şüphelendiğim Tehanu mutlu bir aile tablosu çizmektedir. Sonunda kahramanımız aradığı huzuru bulmuştur.
10 Aralık 2015 Perşembe
Beşpeşe
Bir gün ofisin danışmasından arayıp kargonuz var dendiğinde çok şaşırmıştım. Üzerinde benim çok kitap okumama atıfta bulunan bir not. "İyi okumalar.Deniz"
Kim bu deniz diye araştırırken kargo paketindeki telefon numarasından birlikte iş yaptığım Deniz olduğunu öğrendim. O kadar şık bir hareketti ki gülümseyerek paketi açtım. Güzel kabartmalı bir kapakla 5 ayrı yazarın ard arda yazdığı tek bir hikaye üzerine kurgulanmış bir roman.
Bana kalsa kendimin seçerek alacağım bir albenisi yoktu açık konuşmak gerekirse.
Kitabın ilk yazarı Murathan Mungan'ın yazdığı giriş ve anlatımı oldukça iyiydi. Sek sek sahnesi hala aklımda ve roman kahramanının annesini anlatışı güzeldi.
Roman kahramanımız ilkokul öğrencisiyken annesi 6.kattaki balkonlarından düşerek ölür. Bunun bir kaza mı, cinayet mi ya da intihar mı olduğu gizemini korur. Kahramanımızın ekonomik durumu iyi olmayan bir babası vardır ve bütün eğitim masraflarını çok zengin bir kadın olan anneannesi karşılar.
Annesinin ölümü üniversiteyi bitiren kızın peşini bırakmaz.Polisiye roman yazarı olan sevgilisi bu konuyu araştırıp bu konuda bir kitap yazmaya karar verir. Ancak olaylar o noktadan sonra biraz çetrefillenir.
Murathan Mungan'ın hemen ardından Faruk Ulay gibi tuhaf bir tarzı olan yazarın hikayeyi yönledirmesini mantıklı bulmadım.Yazarın yazdığı bölümler ayakkabı ve otomobil reklamları gibiydi.Sürekli markalardan konuşan rahatsız edici bir tarzı var.
Elif Şafak'ı hep okumak istiyordum ve listeme okunacak yazar olarak girmişti.Burada yazdığı o yaklaşık 50 sayfalık hikayede külliyen soğudum kadından.Bu kadar ağır ve ağdalı bir dil hiç olmamış.
Celil Oker bu romanın gerçek yazar kahramanı. Bir önceki yazarın bütün eksikliklerini inanılmaz akıcılıktaki dialoglarla kapatıp iyi bir iş çıkarıyor.Pınar Kür'ün ayağına o kadar güzel bir pas atıyor ki. Roman artık beklenmeyen bir sonla bitecek heyecanına kapılıyorsunuz.
Ama hüsran. Pınar Kür adını da hep duyardım ama listeme hiç giremeyecek bir isim olarak hafızama kazıdım bile.
5 yazardan sadece 2'sinin bana göre geçer not alabileceği vasat bir roman. Tavsiye etmem.
Kim bu deniz diye araştırırken kargo paketindeki telefon numarasından birlikte iş yaptığım Deniz olduğunu öğrendim. O kadar şık bir hareketti ki gülümseyerek paketi açtım. Güzel kabartmalı bir kapakla 5 ayrı yazarın ard arda yazdığı tek bir hikaye üzerine kurgulanmış bir roman.
Bana kalsa kendimin seçerek alacağım bir albenisi yoktu açık konuşmak gerekirse.
Kitabın ilk yazarı Murathan Mungan'ın yazdığı giriş ve anlatımı oldukça iyiydi. Sek sek sahnesi hala aklımda ve roman kahramanının annesini anlatışı güzeldi.
Roman kahramanımız ilkokul öğrencisiyken annesi 6.kattaki balkonlarından düşerek ölür. Bunun bir kaza mı, cinayet mi ya da intihar mı olduğu gizemini korur. Kahramanımızın ekonomik durumu iyi olmayan bir babası vardır ve bütün eğitim masraflarını çok zengin bir kadın olan anneannesi karşılar.
Annesinin ölümü üniversiteyi bitiren kızın peşini bırakmaz.Polisiye roman yazarı olan sevgilisi bu konuyu araştırıp bu konuda bir kitap yazmaya karar verir. Ancak olaylar o noktadan sonra biraz çetrefillenir.
Murathan Mungan'ın hemen ardından Faruk Ulay gibi tuhaf bir tarzı olan yazarın hikayeyi yönledirmesini mantıklı bulmadım.Yazarın yazdığı bölümler ayakkabı ve otomobil reklamları gibiydi.Sürekli markalardan konuşan rahatsız edici bir tarzı var.
Elif Şafak'ı hep okumak istiyordum ve listeme okunacak yazar olarak girmişti.Burada yazdığı o yaklaşık 50 sayfalık hikayede külliyen soğudum kadından.Bu kadar ağır ve ağdalı bir dil hiç olmamış.
Celil Oker bu romanın gerçek yazar kahramanı. Bir önceki yazarın bütün eksikliklerini inanılmaz akıcılıktaki dialoglarla kapatıp iyi bir iş çıkarıyor.Pınar Kür'ün ayağına o kadar güzel bir pas atıyor ki. Roman artık beklenmeyen bir sonla bitecek heyecanına kapılıyorsunuz.
Ama hüsran. Pınar Kür adını da hep duyardım ama listeme hiç giremeyecek bir isim olarak hafızama kazıdım bile.
5 yazardan sadece 2'sinin bana göre geçer not alabileceği vasat bir roman. Tavsiye etmem.
Duvardaki Resimler
Küçükken misafirliğe gittiğimiz evleri ve yola çıkmadan önce annemin "Orada çivi gibi efendice yanımda oturacaksın" telkinlerini hatırlıyorum.Annem ve babamın yanında çok uslu bir çocuktum ama onların yanından ayrılınca bir canavara dönerdim.
Ama o misafirlikler yok mu? Her gittiğimiz yerde duvarda mutlaka bir dedenin tek ya da bir nineyle sephia resmi olurdu. Ve bazılarında çerçevenin sağ ya da sol altına sıkıştırılmış yine siyah beyaz küçük resimler...
Bizim evde babamın resmi vardı sadece yirmili yaşlarda Ayhan Işık'ın kopyası yakışıklı babamın. Bizim evi diğerlerinden ayıran en önemli şey buydu sanırım.Bütün evler aynı fabrikadan çıkmışcasına aynıydı. Kireç duvarlar ve kahverengi soba borularıyla en fazla 5 farklı şey olurdu.
Sonbaharla birlikte kömür sobalarından çıkan duman bacalarda tüter; şehri keskin bir koku ve grimsi bir sis kaplardı.Kanser olmadan yaşayan mucize çocuklardık biz.
Resimlerde kalmıştık, takvimin yanında asılı duran babamın resminde...
Birgün annemle tartışmıştı babam. Ve o kırmızı sandalyenin üzerine çıkarak o resmi bir daha takmamak üzere indirdi.
O günden sonra çırılçıplak kaldı evimiz. Ne zaman gitsem hep gözüm o duvardaki boşluğa takılır. (Dün gece uyumadan aklıma geldi, o resmi İstanbul'a getirmeliyim. Babasının resmine baktıkça, o güveni hisseden çocuğu korumam lazım)
Ama o misafirlikler yok mu? Her gittiğimiz yerde duvarda mutlaka bir dedenin tek ya da bir nineyle sephia resmi olurdu. Ve bazılarında çerçevenin sağ ya da sol altına sıkıştırılmış yine siyah beyaz küçük resimler...
Bizim evde babamın resmi vardı sadece yirmili yaşlarda Ayhan Işık'ın kopyası yakışıklı babamın. Bizim evi diğerlerinden ayıran en önemli şey buydu sanırım.Bütün evler aynı fabrikadan çıkmışcasına aynıydı. Kireç duvarlar ve kahverengi soba borularıyla en fazla 5 farklı şey olurdu.
Sonbaharla birlikte kömür sobalarından çıkan duman bacalarda tüter; şehri keskin bir koku ve grimsi bir sis kaplardı.Kanser olmadan yaşayan mucize çocuklardık biz.
Resimlerde kalmıştık, takvimin yanında asılı duran babamın resminde...
Birgün annemle tartışmıştı babam. Ve o kırmızı sandalyenin üzerine çıkarak o resmi bir daha takmamak üzere indirdi.
O günden sonra çırılçıplak kaldı evimiz. Ne zaman gitsem hep gözüm o duvardaki boşluğa takılır. (Dün gece uyumadan aklıma geldi, o resmi İstanbul'a getirmeliyim. Babasının resmine baktıkça, o güveni hisseden çocuğu korumam lazım)
25 Kasım 2015 Çarşamba
The Machinist
Mütevazi bir film olsun,
beynime yavaş yavaş işlesin,
ve küçük çekiç darbelerinin ardından büyük bir balyoz insin.
Bu film bir insanın vicdanıyla olan konuşmaları diyebiliriz. İnanılmaz bir kurgusu ve akışı var. Bazıları bu filmin Memento ile Fight Club karışımı olduğunu iddia ediyor belki içine biraz da Imsomnia katmak lazım.
Ancak hangi filme benzetirsek benzetelim özgünlüğünü kıyaslayamayacağımız bir film.
Film Kahramanımız Reznik'in sessiz bir gecede, bir cesedi denize yuvarlama sahnesiyle başlıyor. (Görüntü yönetmeni muhteşem bu arada.) Tam o sırada arkasında bir ışık beliriyor ve tok bir ses duyuluyor. Bu sahne çok çok önemli bir sahne, kenara not etmeniz gerekir şaşırmak için ve şaşırdıktan sonra rahatlamak için.
Reznik, yalnız yaşayan ve bir fabrikada çalışan makine operatörü. Gün geçtikçe kilo vermekte ve hiç uyuyamamakta. (Christian Bale, bu film için Guinness Rekorlar kitabına girecek kadar kilo vermiş, adeta döktürüyor diyebiliriz)
O kadar acınacak bir duruma düşüyor ki sinema tarihinin, filmi tamamen seyrettikten sonra anlayabileceğiniz efsane repliği dönüyor bir arkadaşı tarafından:
Stevie: Are you okay?
Trevor Reznik: Don’t I look okay?
Stevie: If you were any thinner, you wouldn’t exist.
– İyi misin ?
+ İyi görünmüyor muyum ?
– Biraz daha zayıf olsan yok olacaksın.
Buradaki yokoluşun çok çok derin bir anlamı var. Senaryoyu yazan Suç ve Ceza'daki Raskolnikov'u anlatan Dostoyevski'den çok etkilenmiş bence. Ve bu çok da iyi olmuş.
Reznik, 1 yıldır uyuyamamaktadır. Sürekli gittiği bir hayat kadını, her gece en erken 01:30'da gittiği şehir dışında havaalanı içindeki bir kafe, evi ve işyeri arasında geçen, insanın içine işleyen bir iç sıkkınlığı devinimi var.
Yaptığınız bir anlık bir hata, hayatınızı alt üst eder.
Daha fazla detay anlatmayayım, sihrini kaçırmamak için...
beynime yavaş yavaş işlesin,
ve küçük çekiç darbelerinin ardından büyük bir balyoz insin.
Bu film bir insanın vicdanıyla olan konuşmaları diyebiliriz. İnanılmaz bir kurgusu ve akışı var. Bazıları bu filmin Memento ile Fight Club karışımı olduğunu iddia ediyor belki içine biraz da Imsomnia katmak lazım.
Ancak hangi filme benzetirsek benzetelim özgünlüğünü kıyaslayamayacağımız bir film.
Film Kahramanımız Reznik'in sessiz bir gecede, bir cesedi denize yuvarlama sahnesiyle başlıyor. (Görüntü yönetmeni muhteşem bu arada.) Tam o sırada arkasında bir ışık beliriyor ve tok bir ses duyuluyor. Bu sahne çok çok önemli bir sahne, kenara not etmeniz gerekir şaşırmak için ve şaşırdıktan sonra rahatlamak için.
Reznik, yalnız yaşayan ve bir fabrikada çalışan makine operatörü. Gün geçtikçe kilo vermekte ve hiç uyuyamamakta. (Christian Bale, bu film için Guinness Rekorlar kitabına girecek kadar kilo vermiş, adeta döktürüyor diyebiliriz)
O kadar acınacak bir duruma düşüyor ki sinema tarihinin, filmi tamamen seyrettikten sonra anlayabileceğiniz efsane repliği dönüyor bir arkadaşı tarafından:
Stevie: Are you okay?
Trevor Reznik: Don’t I look okay?
Stevie: If you were any thinner, you wouldn’t exist.
– İyi misin ?
+ İyi görünmüyor muyum ?
– Biraz daha zayıf olsan yok olacaksın.
Buradaki yokoluşun çok çok derin bir anlamı var. Senaryoyu yazan Suç ve Ceza'daki Raskolnikov'u anlatan Dostoyevski'den çok etkilenmiş bence. Ve bu çok da iyi olmuş.
Reznik, 1 yıldır uyuyamamaktadır. Sürekli gittiği bir hayat kadını, her gece en erken 01:30'da gittiği şehir dışında havaalanı içindeki bir kafe, evi ve işyeri arasında geçen, insanın içine işleyen bir iç sıkkınlığı devinimi var.
Yaptığınız bir anlık bir hata, hayatınızı alt üst eder.
Daha fazla detay anlatmayayım, sihrini kaçırmamak için...
17 Kasım 2015 Salı
Rüya
Güzeldi.
Hayır sadece güzel değildi.
Çok güzeldi.
Kimse ondan daha güzel olamazdı.
Kimse ondan daha güzel gülemezdi.
Her gün işe gitmek için döndüğü köşeden
Gökyüzüne yükseldiğini düşünürdünüz.
Bizzat şahit olup dilleri tutulanlar vardı çantasını açtığında etrafa binlerce gül saçıldığına dair.
2 gün şehrin bütün çöpçüleri zar zor temizlemişti gülleri
Yakıcı güneş sıcağından korumak için ağaçlar üzerine dallarını gererdi.
Mahallenin bütün kedileri o köşeyi dönünceye kadar onu takip ederdi.
Ama onu kim gördüyse o köşeye kadar görmüştü
Sonrasında gerçekten yıldızların arasında zaman geçiriyordu belki kimbilir.
Yine kimse görmezdi evine nasıl geri döndüğünü,
Yemek yerken ya da su içerken.
Rüya gibi bir kadındı o, güldüğünde güneş bile gülerdi.
Bir gün o rüya kadın salınarak yine o köşeden döndü,
Bir daha da gören olmadı.
Rüya bitmişti.
16 Kasım 2015 Pazartesi
Yerdeniz Serisi-3 En Uzak Sahil
Serinin 3. kitabı aslında bir dünyayı kurtarma operasyonu diyebiliriz. İlk kitabımızda büyücüler okuluna giden ve buradan olaylı biçimde ayrılarak hayatına devam etmişti hatırlarsanız. İşte bu kitapta artık büyücüler okuluna geri dönmüş ve hatta başbüyücü olmuş olduğunu görüyoruz.
Ejderhaların Efendisi olarak oldukça saygın bir yeri olan Başbüyücümüze günün birinde çok uzak diyarlardan birinden genç bir prens çıkagelir ve ülkesinde artık büyü ve büyücülüğün tükendiğini, işlerin oldukça ters gittiğini haber verir.
Yüzlerce adalardan oluşan Yerdeniz'deki birçok ülkeden de bu tip haberler gelmeye başlar. Bu sorunun kaynağını bulup yoketmek üzere Başbüyücü yola çıkar ve yanına da bu genç Prens'i alır.
Prens'le birlikte kılık değiştirerek birçok ülkeye sorunun kaynağını bulmak ve yoketmek üzere uğrar. İnsanların büyü ve büyücülüğün sona ermesiyle işlerinin gitgide bozulduğunu, yaşayan ölülere döndüğünü farkederler.
Ejderhalarla, büyülerle, sonsuz yaşam vaadiyle kandırılan insanlarla yoğrulmuş; oldukça hareketli bir konusu var kitabın. Ve kitabın genç Prens üzerindeki değişimlerle anlattığı bir tema da var:
"Çocuk yalnızca ölümün var olduğunu değil -çocuklar ölümün olduğunu, öleceğini anladığı anda, çocukluk biter ve yeni hayat başlar. Bu da büyümedir, ama daha geniş bir bağlamda."
Ejderhaların Efendisi olarak oldukça saygın bir yeri olan Başbüyücümüze günün birinde çok uzak diyarlardan birinden genç bir prens çıkagelir ve ülkesinde artık büyü ve büyücülüğün tükendiğini, işlerin oldukça ters gittiğini haber verir.
Yüzlerce adalardan oluşan Yerdeniz'deki birçok ülkeden de bu tip haberler gelmeye başlar. Bu sorunun kaynağını bulup yoketmek üzere Başbüyücü yola çıkar ve yanına da bu genç Prens'i alır.
Prens'le birlikte kılık değiştirerek birçok ülkeye sorunun kaynağını bulmak ve yoketmek üzere uğrar. İnsanların büyü ve büyücülüğün sona ermesiyle işlerinin gitgide bozulduğunu, yaşayan ölülere döndüğünü farkederler.
Ejderhalarla, büyülerle, sonsuz yaşam vaadiyle kandırılan insanlarla yoğrulmuş; oldukça hareketli bir konusu var kitabın. Ve kitabın genç Prens üzerindeki değişimlerle anlattığı bir tema da var:
"Çocuk yalnızca ölümün var olduğunu değil -çocuklar ölümün olduğunu, öleceğini anladığı anda, çocukluk biter ve yeni hayat başlar. Bu da büyümedir, ama daha geniş bir bağlamda."
13 Kasım 2015 Cuma
Mavi
Zamanla elime bulaşan yapışkan yalnızlığın,
Gözlerime yakışan hüznümle denk,
Ufkabakan şarkılarda sarılmayı unutmuş başıboş iki sevgiliydik biz.
Rakı kadehimizde, hep mavi balıklar yüzerdi
Denizimiz mavimizdi, gökyüzümüz gözlerimiz.
Son güneş battıktan sonra ne denizim kaldı, ne balıklar, ne gökyüzü
Mavi, ayaklarıma bağlanmış bir ağırlık denizin dibinde...
11 Kasım 2015 Çarşamba
Engereğin Gözü
Osmanlı'nın değişik bir yüzünü, o dehşet veren yüzünü bu kitapta bir zenci Harem Ağası'nın ağzından dinliyoruz.
Tahta geçen abisinin talimatıyla bütün kardeşleri boğdurulan ve kendi de her an boğdurulacak diye bekleyen yarım akıllı bir şehzade, bir gün Padişah olur.
Padişah oluncaya kadar öldürülmeyi beklediği için yarı deli, kadınlara ilgi göstermeyen yarı ölü bir insan üzerine kurulmuş bir hikaye.
Onu boğulmaktan kurtaran annesi onun hiçbir kadına bağlanmasını istememektedir. Ama birgün Padişah'a bir şeyler olur ve sürekli kadınlarla birlikte olmaya başlar ve daha da ilginci imparatorluğun en şişman kadınını bulmalarını ve haremine katmalarını emreder. Ve Padişah'ın gözü bu dağ gibi şişman kadından başkasını görmez olur. Onun bu haline ve sapkınlığına kızan annesi onu gözden çıkarıp 7 yaşındaki torununu yani Padişah'ın oğlunu tahta geçirip Padişahı sarayda bir yere kapattırıp, üzerine duvar ördürür.
Ona yemek götürme işi ise Harem Ağası'ndadır. Ve bu Harem ağası Padişah'ını taparcasına sevmektedir. Duvarlar arkasındaki konuşmaları ve duygu aktarımı yazarın müthiş üslubuyla ulaşıyor okuyucuya. Su gibi bir kitap. Bir günde rahatlıkla ve zevkle okuyabilirsiniz.
Sultan İbrahim'i anlattığı söylenilen kitabın başlangıcı da oldukça güzel:
Bir gün köye bir adam gelmiş, köylülere peygamber olduğunu söylemiş. Köylüler, "Biz sana inanmıyoruz" demişler, peygamber olduğuna inanmıyoruz, ispat et!" Adam, karşıdaki duvarı göstermiş, "Eğer bu duvar konuşur da benim peygamber olduğumu söylerse o zaman inanır mısınız?" diye sormuş, "İnanırız" demişler. Adam duvara dönmüş ve "Konuş ya duvar" demiş, "konuş ve benim peygamber olduğumu söyle." Bunun üzerine duvar dile gelmiş ve "Ey köylüler, bu adam peygamber değildir" demiş, "bu adam sizi aldatıyor, peygamber değil!"
Aslında yukarıdaki girişin anlattığı şey bazen gerçeklerin gerçeküstü biçimde haykırabilme eğiliminde olduğuna atıftır.
Tahta geçen abisinin talimatıyla bütün kardeşleri boğdurulan ve kendi de her an boğdurulacak diye bekleyen yarım akıllı bir şehzade, bir gün Padişah olur.
Padişah oluncaya kadar öldürülmeyi beklediği için yarı deli, kadınlara ilgi göstermeyen yarı ölü bir insan üzerine kurulmuş bir hikaye.
Onu boğulmaktan kurtaran annesi onun hiçbir kadına bağlanmasını istememektedir. Ama birgün Padişah'a bir şeyler olur ve sürekli kadınlarla birlikte olmaya başlar ve daha da ilginci imparatorluğun en şişman kadınını bulmalarını ve haremine katmalarını emreder. Ve Padişah'ın gözü bu dağ gibi şişman kadından başkasını görmez olur. Onun bu haline ve sapkınlığına kızan annesi onu gözden çıkarıp 7 yaşındaki torununu yani Padişah'ın oğlunu tahta geçirip Padişahı sarayda bir yere kapattırıp, üzerine duvar ördürür.
Ona yemek götürme işi ise Harem Ağası'ndadır. Ve bu Harem ağası Padişah'ını taparcasına sevmektedir. Duvarlar arkasındaki konuşmaları ve duygu aktarımı yazarın müthiş üslubuyla ulaşıyor okuyucuya. Su gibi bir kitap. Bir günde rahatlıkla ve zevkle okuyabilirsiniz.
Sultan İbrahim'i anlattığı söylenilen kitabın başlangıcı da oldukça güzel:
Bir gün köye bir adam gelmiş, köylülere peygamber olduğunu söylemiş. Köylüler, "Biz sana inanmıyoruz" demişler, peygamber olduğuna inanmıyoruz, ispat et!" Adam, karşıdaki duvarı göstermiş, "Eğer bu duvar konuşur da benim peygamber olduğumu söylerse o zaman inanır mısınız?" diye sormuş, "İnanırız" demişler. Adam duvara dönmüş ve "Konuş ya duvar" demiş, "konuş ve benim peygamber olduğumu söyle." Bunun üzerine duvar dile gelmiş ve "Ey köylüler, bu adam peygamber değildir" demiş, "bu adam sizi aldatıyor, peygamber değil!"
Aslında yukarıdaki girişin anlattığı şey bazen gerçeklerin gerçeküstü biçimde haykırabilme eğiliminde olduğuna atıftır.
6 Kasım 2015 Cuma
Unutkan Adamın Hikayesi-1
Şapkasını kafasına iyice bastırıyordu yürürken rüzgar uçurmasın diye. Yağmur, tek tük damlalarını saçmaya başlamıştı gökgürültüleri eşliğinde. Bir eliyle paltosunun önünü tutuyor diğer eli şapkasında biraz öne eğilerek kalabalık sokakta yağmurdan kaçmaya çalışıyordu.
Hay aksi! Bir eksiklik vardı. Çantasını biraz önce keyifle camın kenarında oturduğu kafede unutmuştu. Cüzdanı da dahil bütün önemli eşyaları o çantadaydı. Cebini kontrol etti. Allah'tan cep telefonu cebindeydi. Ancak ne yazık ki üzerinde bir kuruş para yoktu.
Ne yapmalı ne etmeli çantanın başına bir şey gelmeden ona ulaşmalıydı. Eğer çantayı kaybederse yandığının resmiydi.
Bu unutkanlığı başına çok işler açmıştı küçüklüğünden beri. Okuldan her dönüşünde mutlaka çantasında bir eksiği oluyordu. Birgün çantasını bile okulda unutmuştu. Ve okulun ilk günlerinde sürekli hangi sınıfta olduğunu unutuyordu. Tek tek sınıflara girip arkadaşlarını bulduğunda sınıfın doğruluğunu anlıyordu.
Devam edecek....
Hay aksi! Bir eksiklik vardı. Çantasını biraz önce keyifle camın kenarında oturduğu kafede unutmuştu. Cüzdanı da dahil bütün önemli eşyaları o çantadaydı. Cebini kontrol etti. Allah'tan cep telefonu cebindeydi. Ancak ne yazık ki üzerinde bir kuruş para yoktu.
Ne yapmalı ne etmeli çantanın başına bir şey gelmeden ona ulaşmalıydı. Eğer çantayı kaybederse yandığının resmiydi.
Bu unutkanlığı başına çok işler açmıştı küçüklüğünden beri. Okuldan her dönüşünde mutlaka çantasında bir eksiği oluyordu. Birgün çantasını bile okulda unutmuştu. Ve okulun ilk günlerinde sürekli hangi sınıfta olduğunu unutuyordu. Tek tek sınıflara girip arkadaşlarını bulduğunda sınıfın doğruluğunu anlıyordu.
Devam edecek....
3 Kasım 2015 Salı
Tek Başına Birçok Gölge
Ellerin üşür ya bazen; hava sıcak olsa da.
Şu an üşüyor ellerim.
Ama hava sıcak da değil.
Geceden üstünü açtığının sabahında
Sırtında hissettiğin tutukluğun ince sızısının rahatsızlığındayım.
Bazen gözüme ilişen güzel bir kız gibi hayat
Fazla göz göze gelemiyoruz ama bu kaçamak bakışmalar da yetiyor.
Çimenlere uzanıp gökyüzünü seyrettiğim bir sonbahar daha bitiyor.
Erken kararan akşamlar ve erken ıssızlaşan sokakların
Turuncu ışıklı; civalı sokak lambaları altında yalnız bir gölgeyim.
Ayak seslerim yürüdükçe çoğalıyor
Benimle birlikte yürüyen anılarım
Hayatımdaki tüm insanlar...
Benimle birlikte yürüyor
Ve gölgeler çoğalıyor önümde.
Herkesten çaldıklarımla
Soğuk kışın öncesinde
Üşüten bir rüzgarın önünde sallanan
Tek başına kalabalık ve tek başına birçok gölgeyim.
2 Kasım 2015 Pazartesi
Yerdeniz Serisi-2 Athuan Mezarları
Serinin ilk kitabına göre oldukça sıkıcı başlayan ve sonlara doğru hareketlenen bir konusu var. Çevik Atmaca'nın Athuan Mezarlarında bulunan Erreth Akbe'nin kayıp diğer yarısını bulmaya gidişinde karşılaştığı Tenar adlı kendini ilk Rahibe sanan bir genç kızla tanışmasını ve onunla özgürlüğe kaçışı anlatılıyor.
Athuan Mezarları, yer altındaki çoğu yerinde ışık yakmanın yasak odalarıyla, labirentleri ve içeri girecek hırsızları öldürmek üzere tasarlanmış karanlık güşlerin hakimiyeti altında bir yer. Aynı zamanda Tanrı krala karşı gelen suçlular da bu yeraltı odalarında kurban edilmek üzere bekletiliyor.
Yeraltındaki bu detaylar o kadar ayrıntıyla veriliyor ki gerçekten yerin altında sıkıştığınızı hissetmeniz işten bile değil. 5 yaşından itibaren İlk Yüksek Rahip olarak yetiştirilen Tenar, bütün kuralların dışına çıkarak yeraltı odalarında kapana sıkışmış olan Ged'i öldürmez ve öldürdüğünü söyleyerek cezası ölüm olan "yalan söyleme" suçunu işler.
Kitabın ana teması geç bir kızın büyümesi yani cinsellik diyor kitabın arkasında ama bu cinsellik bence söylenemeyen bir aşk olarak daha iyi tanımlanabilirdi. Sonu yine bir sonraki kitaba hemen başlanılası biçimde bitti.
Athuan Mezarları, yer altındaki çoğu yerinde ışık yakmanın yasak odalarıyla, labirentleri ve içeri girecek hırsızları öldürmek üzere tasarlanmış karanlık güşlerin hakimiyeti altında bir yer. Aynı zamanda Tanrı krala karşı gelen suçlular da bu yeraltı odalarında kurban edilmek üzere bekletiliyor.
Yeraltındaki bu detaylar o kadar ayrıntıyla veriliyor ki gerçekten yerin altında sıkıştığınızı hissetmeniz işten bile değil. 5 yaşından itibaren İlk Yüksek Rahip olarak yetiştirilen Tenar, bütün kuralların dışına çıkarak yeraltı odalarında kapana sıkışmış olan Ged'i öldürmez ve öldürdüğünü söyleyerek cezası ölüm olan "yalan söyleme" suçunu işler.
Kitabın ana teması geç bir kızın büyümesi yani cinsellik diyor kitabın arkasında ama bu cinsellik bence söylenemeyen bir aşk olarak daha iyi tanımlanabilirdi. Sonu yine bir sonraki kitaba hemen başlanılası biçimde bitti.
İki Şehrin Hikayesi
Fransız İhtilali zamanında Paris ve Londra şehirlerinde yaşanan birbiriyle bağlantılı bir hikaye aslında bu.
Ortada güzel bir Fransız kızımız var ve çok küçükken doktor babası bir derebeyi ailesinin köylü bir aileye yaptığı kötülüklere suskun kalmayıp da Bastil hapishanesine atılmasıyla tek başına kalır.
Aradan yıllar geçer kız büyümüştür ve yaşadığı Londra'dan Paris'e hapisten yeni çıkan babasını geri götürmeye gelir. Ve babasını geri götürür.
Ajan olarak suçlanan bir adamın mahkemesinde babasıyla ifade vererek tanışır ve idamdan kurtulan adamla evlenir. Ancak adamı idamdan kurtaran ve suçsuz çıkaran avukat da çoktan kıza aşık olmuştur.
İdamla suçlanan ve kurtulan Charles Darnay sonra istemeyerek de olsa memleketine geri dönmek zorunda kalır. Bu tam da Fransız İhtilali'nin en kanlı günlerine rast gelir.
Romanın bitmesine 100 sayfa kala sonunu tahmin edebiliyorsunuz. Fransa'da o dönem yaşanan vahşetin boyutlarını çok güzel anlatan bir kitap. Suçsuz yere birçok insanın da o hengamede Giyotine kurban gittiği açık ve olanca detayıyla gözler önüne seriliyor.
Edebiyat tarihinde en iyi giriş cümlesine sahip kitaplardan biri ve o muhteşem başlangıç:
"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana - sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi."
Ortada güzel bir Fransız kızımız var ve çok küçükken doktor babası bir derebeyi ailesinin köylü bir aileye yaptığı kötülüklere suskun kalmayıp da Bastil hapishanesine atılmasıyla tek başına kalır.
Aradan yıllar geçer kız büyümüştür ve yaşadığı Londra'dan Paris'e hapisten yeni çıkan babasını geri götürmeye gelir. Ve babasını geri götürür.
Ajan olarak suçlanan bir adamın mahkemesinde babasıyla ifade vererek tanışır ve idamdan kurtulan adamla evlenir. Ancak adamı idamdan kurtaran ve suçsuz çıkaran avukat da çoktan kıza aşık olmuştur.
İdamla suçlanan ve kurtulan Charles Darnay sonra istemeyerek de olsa memleketine geri dönmek zorunda kalır. Bu tam da Fransız İhtilali'nin en kanlı günlerine rast gelir.
Romanın bitmesine 100 sayfa kala sonunu tahmin edebiliyorsunuz. Fransa'da o dönem yaşanan vahşetin boyutlarını çok güzel anlatan bir kitap. Suçsuz yere birçok insanın da o hengamede Giyotine kurban gittiği açık ve olanca detayıyla gözler önüne seriliyor.
Edebiyat tarihinde en iyi giriş cümlesine sahip kitaplardan biri ve o muhteşem başlangıç:
"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana - sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi."
16 Ekim 2015 Cuma
Bir Balık Olsam
Her sabah kafasının üzerinde kocaman soru işaretiyle gezen insanlar görüyorum.
Ve her sabah aynanın karşısında her geçen gün değişen gülüşümü farkediyorum.
Paslanmaya başlayan bir hayatın karşısında
Uzamış otlarıyla terkedilmiş bahçeler git gide artıyor.
Hayatımıza zorla herşeyin en güzelini eklemeye uğraşıyoruz.
Kulağımız sahile vuran dalga seslerinin peşinde.
Bir balık olsam diyoruz, bir bulut...
Ne olacağımızı hiç birimiz bilmiyoruz.
Öncesi meçhul sonrası toprak oluyoruz.
7 Ekim 2015 Çarşamba
Hiç bilmedim
Hiç bilmedim.
Bildiğimi düşündüm hep. Ve iyi ki öyle olmuş.
Bilmemek kadar insanı açlığa sürükleyen başka ne olabilir ki?
Baharat kokulu düşlerimle kendimden geçiyorum.
Kumdan kaleler yapıyorum, ben yıkmasam da yıkacak biri mutlaka çıkıyor.
Her gün yıkılan şeyleri yeniden yapmakla geçiyor.
Her gün denizi dolduruyorum işgüzar bir belediye havasında.
Sonbahar güneşinin mi ilkbahar güneşinin mi ellerimi daha çok ısıttığını düşünüyorum bazen.
Ve bazen gülerken ağlayan bir insan neden olamadım diyorum.
Çarşaf gibi bir denizden fırtına çıkartamıyorum. Ya da fırtınalı bir denizi dindirecek gücüm yok.
Okuduğum kitapların kahramanlıklarına bürünüyorum bazen bir büyücü, bazen de yatağında bir sabah böcek olarak uyanan Gregor Samsa oluyorum.
Her gün ağlarını ördüğüm hayallerimle her gece tiyatronun perdelerini kapatıyorum.
Aslında bidiğim o kadar çok şey var ki. Evet ben çok şey biliyorum. Ama bu bildiğim şeylerin birçoğunu bilmediklerim oluşturuyor.
Gerçekten de hiç bilmedim.
İnsanlar değişti.
Deriler büzüldü.
İyi, kötü oldu ama kötü iyi olamadı.
Bildiğimi düşündüm hep. Ve iyi ki öyle olmuş.
Bildiğimi düşündüm hep. Ve iyi ki öyle olmuş.
Bilmemek kadar insanı açlığa sürükleyen başka ne olabilir ki?
Baharat kokulu düşlerimle kendimden geçiyorum.
Kumdan kaleler yapıyorum, ben yıkmasam da yıkacak biri mutlaka çıkıyor.
Her gün yıkılan şeyleri yeniden yapmakla geçiyor.
Her gün denizi dolduruyorum işgüzar bir belediye havasında.
Sonbahar güneşinin mi ilkbahar güneşinin mi ellerimi daha çok ısıttığını düşünüyorum bazen.
Ve bazen gülerken ağlayan bir insan neden olamadım diyorum.
Çarşaf gibi bir denizden fırtına çıkartamıyorum. Ya da fırtınalı bir denizi dindirecek gücüm yok.
Okuduğum kitapların kahramanlıklarına bürünüyorum bazen bir büyücü, bazen de yatağında bir sabah böcek olarak uyanan Gregor Samsa oluyorum.
Her gün ağlarını ördüğüm hayallerimle her gece tiyatronun perdelerini kapatıyorum.
Aslında bidiğim o kadar çok şey var ki. Evet ben çok şey biliyorum. Ama bu bildiğim şeylerin birçoğunu bilmediklerim oluşturuyor.
Gerçekten de hiç bilmedim.
İnsanlar değişti.
Deriler büzüldü.
İyi, kötü oldu ama kötü iyi olamadı.
Bildiğimi düşündüm hep. Ve iyi ki öyle olmuş.
5 Ekim 2015 Pazartesi
Yerdeniz Serisi-1 Yerdeniz Büyücüsü
Bence net biçimde Harry Potter falan bu kitaptan feyz almış. Ancak oldukça dolu ve güzel cümlelerle dolu bir kitap. anlatım o kadar güçlü ki insanın gözünde her ayrıntı birer birer canlanıyor.
Kahramanımız Ged, annesini ve babasını kaybetmiş küçük bir çocuktur. Küçük yaşına rağmen annesinin ölmeden önce öğrettiği birkaç büyüyle köyüne yardım ediyor ve ardından da eğitilmek üzere güçlü bir büyücünün yanına gönderiliyor.
Bir süre bu büyücünün yanında zaman geçiren Ged, sonunda Roke adasındaki en iyi büyücülük okuluna gider. İnanılmaz büyücülük yeteneği olan Ged, en iyi öğrenci benim diyerek böbürlenip üst sınıflardan başka bir çocukla iddialaşarak hem baş büyücünün ölmesine hem de başka bir alemden Dünya'ya bir gölgenin gelmesine neden olur.
İlk işi bu gölgeden kaçmaktır. Sonrasında işler değişecektir tabii.
Ursula Le Guin, bu seri ile birlikte kendi çizdiği ve çoğunlukla adalardan oluşan bir deniz dünyası oluşturmuştur.
Aşağıdaki tekne de Ged'in arkadaşı Vetch ile yola çıktığı "Ufkabakan". Bu tekneyi satan adamın kataraktını büyüyle düzelten Ged'e,
"Dünyanın ne kadar aydınlık olduğunu, sen bana gösterinceye kadar unutmuştum." demesi güzeldi.
Kitaptaki şu cümle de çok anlamlıydı:
Bir mum yakarsan aynı zamanda bir gölge de yaratırsın.
Kahramanımız Ged, annesini ve babasını kaybetmiş küçük bir çocuktur. Küçük yaşına rağmen annesinin ölmeden önce öğrettiği birkaç büyüyle köyüne yardım ediyor ve ardından da eğitilmek üzere güçlü bir büyücünün yanına gönderiliyor.
Bir süre bu büyücünün yanında zaman geçiren Ged, sonunda Roke adasındaki en iyi büyücülük okuluna gider. İnanılmaz büyücülük yeteneği olan Ged, en iyi öğrenci benim diyerek böbürlenip üst sınıflardan başka bir çocukla iddialaşarak hem baş büyücünün ölmesine hem de başka bir alemden Dünya'ya bir gölgenin gelmesine neden olur.
İlk işi bu gölgeden kaçmaktır. Sonrasında işler değişecektir tabii.
Ursula Le Guin, bu seri ile birlikte kendi çizdiği ve çoğunlukla adalardan oluşan bir deniz dünyası oluşturmuştur.
Aşağıdaki tekne de Ged'in arkadaşı Vetch ile yola çıktığı "Ufkabakan". Bu tekneyi satan adamın kataraktını büyüyle düzelten Ged'e,
"Dünyanın ne kadar aydınlık olduğunu, sen bana gösterinceye kadar unutmuştum." demesi güzeldi.
Kitaptaki şu cümle de çok anlamlıydı:
Bir mum yakarsan aynı zamanda bir gölge de yaratırsın.
30 Eylül 2015 Çarşamba
Dönüşüm
Çok ince ve hemen bir çırpıda okunabilecek bir kitap.
Sadece 84 sayfa ve ilk yarısı ciddi sıkıcı bile denebilir.
Peki ne anlatıyor derseniz herşeyi rahatlıkla anlatabilirim çünkü kitapta başkahramanımız Gregor Samsa'nın bir sabah böcek olarak uyanmasından başka bir sürpriz yok.
Evet başkahramanımız kapitalizmin avucunda kendini yitirmiş aşağılık bir böcek olarak bir sabah gözlerini açar. İşe yetişmek için her sabah bindiği treni kaçırır. Ve bir süre sonra müdürü eve baskına gelir. Oysa ki kahramanımız bir daha işe asla gidemeyecektir.
Odasında yemek artıkları ve çürük yiyeceklerle beslenen annesi babası ve kızkardeşine görünmekten çekinen böceğimiz. Parasızlıktan ailesinin kiraya verdiği bir odada kalanların dikkatini çekince bir anda ortalık karışır.
Ailesi artık onun Gregor değil bir böcek olduğu konusunda hemfikir olurlar ve ondan kurtulmanın yollarını ararken Gregor kısa bacaklarıyla vücudunu artık taşıyamaz ve oracıkta sefilce açlıktan ölür.
Her ölümde olduğu gibi ardında bıraktığı kızkardeşi annesi ve babasının hayatında yeni bir sayfa açılır. Evet ölüm bir şeylerin bitişi olabilir ama umutların yeşermesine engel değildir.
Sadece 84 sayfa ve ilk yarısı ciddi sıkıcı bile denebilir.
Peki ne anlatıyor derseniz herşeyi rahatlıkla anlatabilirim çünkü kitapta başkahramanımız Gregor Samsa'nın bir sabah böcek olarak uyanmasından başka bir sürpriz yok.
Evet başkahramanımız kapitalizmin avucunda kendini yitirmiş aşağılık bir böcek olarak bir sabah gözlerini açar. İşe yetişmek için her sabah bindiği treni kaçırır. Ve bir süre sonra müdürü eve baskına gelir. Oysa ki kahramanımız bir daha işe asla gidemeyecektir.
Odasında yemek artıkları ve çürük yiyeceklerle beslenen annesi babası ve kızkardeşine görünmekten çekinen böceğimiz. Parasızlıktan ailesinin kiraya verdiği bir odada kalanların dikkatini çekince bir anda ortalık karışır.
Ailesi artık onun Gregor değil bir böcek olduğu konusunda hemfikir olurlar ve ondan kurtulmanın yollarını ararken Gregor kısa bacaklarıyla vücudunu artık taşıyamaz ve oracıkta sefilce açlıktan ölür.
Her ölümde olduğu gibi ardında bıraktığı kızkardeşi annesi ve babasının hayatında yeni bir sayfa açılır. Evet ölüm bir şeylerin bitişi olabilir ama umutların yeşermesine engel değildir.
28 Eylül 2015 Pazartesi
Galiz Kahraman
Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesidir bu. O hem herkes hem de hiç kimsedir. Dünyadan alacağını tahsil etmeye gelmiştir. Çünkü, Tanrı dahil herkesin ona borcu vardır. Vebaline girilen tüyü bitmedik yetim işte odur. Kadim zamanlardan beri hakkı yendiğine göre, sonlu ama sınırsız bir evrenin engin ve derin merkezi olarak insan olmanın, “olmasa da olur” halini icrâ etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Romantik bir insafsızlığın bakir tacizcisi olmak sonuna kadar hakkıdır. Sıradanlığın üst insanıdır o. Asiliğiyle asilleşememesi umrunda bile değildir. Onun umrunda olan tek şey, sadece ve sadece kendini algılamak, kendi küçük âlemine sığan kainatı kabul etmektir. Çünkü bilmektedir ki, gerçek bilgelik de zaten budur.
Evet tanıtım süslü, cümleler efsane ama bu kitap yazarın en vasat kitabı. Bir önceki kitapta anlatılan İdris bu kitapta daha da farklılaşmış sanki. İnsanoğlunun standart özelliklerine sahip bu kahraman aklınıza gelebilecek bütün kepazelikleri yapan kaypak ve akıl yoksunu birisi. Ancak laf dokundurmak için efendi hazretleri olarak bahsediliyor kitap boyunca.
Kitabın en düzgün karakteri Efgan Bakara. Sonunda güzel kızı da o kapıyor o ayrı. Kitap patchwork gibi desem yeterli bir tanımlama olur sanırım. Tam hikaye akıcılığa başladı burdan tutturdu mu sonuna kadar diyorsun ki birden abuk subuk bir biçimde yoldan çıkıyor.
Bu kitapta da Amat'ta olduğu gibi İhsan karakteri bulunmuyor. Kitaptaki ilginç noktalardan biri ise dokuz "tokuz" dört "tört" ve yirmi "yigirmi" olarak yazılmış. Bunun nedeni nedir anlayamadım. Araştıracağım. :)
Seriyi bu kitapla tamamladım. Bu 7 kitap arasında en iyiden vasata bir sıralama yapacak olursam:
1-Amat
2-Puslu Kıtalar Atlası
3-Suskunlar
4-Efrasiyab'ın Hikayeleri
5-Kitabü-l Hiyel
6-Yedinci Gün
7-Galiz Kahraman
22 Eylül 2015 Salı
Yedinci Gün
Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hayallere dönüştüğü bir hikayedir bu.
Yine çılgın mucitler, yine zamanda yolculuk, yine genişbir hayal dünyasında yüzen gemiler ve bu safer havada uçan zeplin ve uçaklar.
Bir önceki kitaptaki gemi kaptanı burada tek bir sahnede karşımıza çıkıyor. Tanii ki Galata yakınında keman çalarak para toplayan bir kemancı olarak. Kemanının içinde ise Amat yazmaktadır.
İhsan ismi daha önceki incelememde belirttiğim gibi Amat'ta hiç yer almamıştı ama bu kitapta hem İhsan Sait hem de Ali İhsan var. Aslında ikisi de aynı insan. İhsan Sait'in çıktığı yolculuk ve bu yolculukta gerçek bir insan oluşunun detayları maalesef kitapta anlatılmıyor.
Şeytan, Melekler, Tanrı ve insan arasında geçen o meşhur konu: "Ve ona itaat edeceksiniz" dedi. Onlar da "Evet" dedi. Ancak Ateşçi , "O bir çiftçi ve onun işi toprakla. Benim işim ise ateşle. Bu yüzden ben ondan üstünüm" dedi. gibi değişik bir ironiyle anlatılmış.
Yedinci gün 7 günde yaratıldığı anlatılan Dünya'yı ve insanı ifade ediyor.
Son bölümde anlatılan İdris, bir sonraki Galiz Kahraman kitabında da yer almaktadır.
Kitap oldukça derin ve dolaylı yollarla anlatılan konulardan oluşmuş. Ancak bir İhsan Oktay Anar standardına oturtacak olursak en vasat kitaplarından biri ancak genel değerlendirmeye alırsak hala standart üstü akıcı ve insanı düş kurmaya sevkeden bir yapıda.
Yine çılgın mucitler, yine zamanda yolculuk, yine genişbir hayal dünyasında yüzen gemiler ve bu safer havada uçan zeplin ve uçaklar.
Bir önceki kitaptaki gemi kaptanı burada tek bir sahnede karşımıza çıkıyor. Tanii ki Galata yakınında keman çalarak para toplayan bir kemancı olarak. Kemanının içinde ise Amat yazmaktadır.
İhsan ismi daha önceki incelememde belirttiğim gibi Amat'ta hiç yer almamıştı ama bu kitapta hem İhsan Sait hem de Ali İhsan var. Aslında ikisi de aynı insan. İhsan Sait'in çıktığı yolculuk ve bu yolculukta gerçek bir insan oluşunun detayları maalesef kitapta anlatılmıyor.
Şeytan, Melekler, Tanrı ve insan arasında geçen o meşhur konu: "Ve ona itaat edeceksiniz" dedi. Onlar da "Evet" dedi. Ancak Ateşçi , "O bir çiftçi ve onun işi toprakla. Benim işim ise ateşle. Bu yüzden ben ondan üstünüm" dedi. gibi değişik bir ironiyle anlatılmış.
Yedinci gün 7 günde yaratıldığı anlatılan Dünya'yı ve insanı ifade ediyor.
Son bölümde anlatılan İdris, bir sonraki Galiz Kahraman kitabında da yer almaktadır.
Kitap oldukça derin ve dolaylı yollarla anlatılan konulardan oluşmuş. Ancak bir İhsan Oktay Anar standardına oturtacak olursak en vasat kitaplarından biri ancak genel değerlendirmeye alırsak hala standart üstü akıcı ve insanı düş kurmaya sevkeden bir yapıda.
7 Eylül 2015 Pazartesi
Amat
Puslu Kıtalar Atlası'ndan sonraki en güzel kitap buydu. Diğer kitaplardan ayrılan en önemli özelliklerinden biri ise bu kitapta İhsan isimli bir karakterin olmaması.
Amat, diğer gemilerden farklı olarak 247 meşe ağacından yapılmış bir savaş gemisi. Bu 247 Meşe ağacı sadece 3 ayda 247 korsanın mezarında inanılmaz hızda büyümüş ve marangoz Nuh usta inşa etmiş. Hz. Nuh olarak atıfta bulundum ben.
Geminin hangi görevle yola çıktığı bilinmemektedir. Ve geminin kaptanı oldukça esrarengiz bir adam adı da Diyavola. Ben şeytan olduğunu düşünüyorum. siz de okuyunca aynı hisse kapılacaksınız eminim ki. En olmadık zamanlarda ortadan kaybolan, çatışmalar sırasında keman çalan ve kitaplığında ölümsüzlükle ilgili birçok kitap olan değişik bir kişi.
Geminin reisi Kırbaç Süleyman ise Hz. Süleyman'a atıfta bulunan bir zat. Geminin fırtınadan batacağı bir sırada rüzgara durmasını haykıran ve durduran aynı zamanda Diyavola Paşa'nın kitaplığındaki ölümsüzlükle ilgili yasak kitabı okumak için meraktan yanıp tutuşan bir karakter.
Bir de genç İsrafil var ki o da gemide bulunan pirinç boruyu öttürebilen tek kişi. Burdaki atıf gayet açık.
Filmi çekilse Karayip Korsanları'na beş basan bir konusu ve işleyişi var. Geminin kitabın sonuna doğru sislerde ilerleyişi ve gemi direğinde öten baykuşun sesini hala hatırlıyor ve yazar gibi düşlüyorum.
Amat, diğer gemilerden farklı olarak 247 meşe ağacından yapılmış bir savaş gemisi. Bu 247 Meşe ağacı sadece 3 ayda 247 korsanın mezarında inanılmaz hızda büyümüş ve marangoz Nuh usta inşa etmiş. Hz. Nuh olarak atıfta bulundum ben.
Geminin hangi görevle yola çıktığı bilinmemektedir. Ve geminin kaptanı oldukça esrarengiz bir adam adı da Diyavola. Ben şeytan olduğunu düşünüyorum. siz de okuyunca aynı hisse kapılacaksınız eminim ki. En olmadık zamanlarda ortadan kaybolan, çatışmalar sırasında keman çalan ve kitaplığında ölümsüzlükle ilgili birçok kitap olan değişik bir kişi.
Geminin reisi Kırbaç Süleyman ise Hz. Süleyman'a atıfta bulunan bir zat. Geminin fırtınadan batacağı bir sırada rüzgara durmasını haykıran ve durduran aynı zamanda Diyavola Paşa'nın kitaplığındaki ölümsüzlükle ilgili yasak kitabı okumak için meraktan yanıp tutuşan bir karakter.
Bir de genç İsrafil var ki o da gemide bulunan pirinç boruyu öttürebilen tek kişi. Burdaki atıf gayet açık.
Filmi çekilse Karayip Korsanları'na beş basan bir konusu ve işleyişi var. Geminin kitabın sonuna doğru sislerde ilerleyişi ve gemi direğinde öten baykuşun sesini hala hatırlıyor ve yazar gibi düşlüyorum.
29 Ağustos 2015 Cumartesi
Efrasiyab'ın Hikayeleri
Bu kitap Ölüm (Her nedense Azrail olarak özellikle belirtilmemiş) ve Cezzar Dede'nin birbirlerine karşılıklı anlattıkları hikayelerden oluşuyor. İşin doğrusu kitabın asıl konusunun Puslu Kıtalar Atlası'ndaki Alibaz ile ilgili olduğunu düşünmüştüm. Ama sadece kitabın içinde Efrasiyab'ın saklı hazinesinden bahsedilmesi dışında hiçbir alakası yok Alibazla.
Kitapta korku, din ve çocuklar üzerine hikayeler bulunmakta. Yine yazarımız Ölüm'ün hikaye aralarında kovaladığı Uzun İhsan rolünde.
Belli bir konu üzerine yoğunlaşmadığından diğer kitaplarından biraz daha konsantrasyonu düşük geldi ama yine de gerçekten güzel bir kitap.
Son hikayedeki Superman atfı ise çok hoştu bence. Clark Kent'i Gülerk Kent diye isimlendirmesi ve Leyleklerin getirdiğini söylemesi daha da hoş olmuş.
Keyifle okunacak bir kitap. Ve kitaptaki ana temalardan biri "gülümsemek". Gülümseyen herkesin cennete baktığını ifade ediyor Cezzar Dede ve aynı zamanda cennete de sadece çocuklar gidebilir diyor.
Kitapta korku, din ve çocuklar üzerine hikayeler bulunmakta. Yine yazarımız Ölüm'ün hikaye aralarında kovaladığı Uzun İhsan rolünde.
Belli bir konu üzerine yoğunlaşmadığından diğer kitaplarından biraz daha konsantrasyonu düşük geldi ama yine de gerçekten güzel bir kitap.
Son hikayedeki Superman atfı ise çok hoştu bence. Clark Kent'i Gülerk Kent diye isimlendirmesi ve Leyleklerin getirdiğini söylemesi daha da hoş olmuş.
Keyifle okunacak bir kitap. Ve kitaptaki ana temalardan biri "gülümsemek". Gülümseyen herkesin cennete baktığını ifade ediyor Cezzar Dede ve aynı zamanda cennete de sadece çocuklar gidebilir diyor.
20 Ağustos 2015 Perşembe
Kitab-ül Hiyel
Puslu Kıtalar Atlasının ardından çıkan bu kitapta birinci kitapta yer alan ve kıyametten kaçmanın yollarını arayan Ebrehe ve onun uslanmaz kibrine atıfta bulunan, dünyaya hakim olma ve yönetme hastalığına tutulmuş "Hiyelkar" karakterleri anlatmış.
Yafes Çelebi ve kölesi Calud arasında geçen olaylar ve sonrasını yazar çok iyi kurgulamış. 40 gün boyunca efendisinden gönüllü olarak işkence gören ve işkence sonunda efendisi Yafes Çelebi'den tatmin edici bir cevap alamayan Calud; yıllar sonra bu cevabı farkında olmadan ancak öldüğünde öğrencisi Üzeyir'e iletebilecekti.
Kitaptaki silah ve devir-daim makine çizimleri birçok kadın okuyucu tarafından karmaşık ve ilgi çekici görünmeyebilir. İşin doğrusu bu kadar emek verilmemiş olsaydı ben de bu çizimleri pek incelemeyecektim.
Kitabın üzerinde durduğu ana tema kibir. Kibir gittikçe büyüyen ve sadece içinde olduğu insana değil çevresindekilere de ciddi zararlar veren bir olgu.
Bu kitabımızda da Uzun İhsan karşımıza Padişah'a bağlı Hiyel Kalemi olarak çıkıyor ve Yafes Çelebi'nin icatlarını bir türlü onaylamıyor. Yafes Çelebi, ona o kadar kızıyor ki sonunda oğlu Davut'u kaçırıyor ve yanında tutyor.
Suskunlar romanında bir müzik üstadı olan Davut; çocukluk yıllarının geçtiği (Zaten ilginç bir biçimde bu romanda yıllar geçse de hep çocuk görünen bir yapıda olduğu romanda ayrıca belirtiliyor) bu romanda madenleri elleriyle hamur gibi oynayıp şekillendirebilen bir yeteneğe sahip.
Boynundaki kolyenin ucundaki sabır taşının çatladığı ana kadar uysal bir çocuktu. sonrasında intikamını oldukça ağır biçimde alıyor.
Serinin 3.Kitabı Efrasiyab'ın Hikayeleri ile yolculuğa devam ediyorm. Siz de okuyun, hayal dünyası oldukça geniş bir yazar bu.
Yafes Çelebi ve kölesi Calud arasında geçen olaylar ve sonrasını yazar çok iyi kurgulamış. 40 gün boyunca efendisinden gönüllü olarak işkence gören ve işkence sonunda efendisi Yafes Çelebi'den tatmin edici bir cevap alamayan Calud; yıllar sonra bu cevabı farkında olmadan ancak öldüğünde öğrencisi Üzeyir'e iletebilecekti.
Kitaptaki silah ve devir-daim makine çizimleri birçok kadın okuyucu tarafından karmaşık ve ilgi çekici görünmeyebilir. İşin doğrusu bu kadar emek verilmemiş olsaydı ben de bu çizimleri pek incelemeyecektim.
Kitabın üzerinde durduğu ana tema kibir. Kibir gittikçe büyüyen ve sadece içinde olduğu insana değil çevresindekilere de ciddi zararlar veren bir olgu.
Bu kitabımızda da Uzun İhsan karşımıza Padişah'a bağlı Hiyel Kalemi olarak çıkıyor ve Yafes Çelebi'nin icatlarını bir türlü onaylamıyor. Yafes Çelebi, ona o kadar kızıyor ki sonunda oğlu Davut'u kaçırıyor ve yanında tutyor.
Suskunlar romanında bir müzik üstadı olan Davut; çocukluk yıllarının geçtiği (Zaten ilginç bir biçimde bu romanda yıllar geçse de hep çocuk görünen bir yapıda olduğu romanda ayrıca belirtiliyor) bu romanda madenleri elleriyle hamur gibi oynayıp şekillendirebilen bir yeteneğe sahip.
Boynundaki kolyenin ucundaki sabır taşının çatladığı ana kadar uysal bir çocuktu. sonrasında intikamını oldukça ağır biçimde alıyor.
Serinin 3.Kitabı Efrasiyab'ın Hikayeleri ile yolculuğa devam ediyorm. Siz de okuyun, hayal dünyası oldukça geniş bir yazar bu.
13 Ağustos 2015 Perşembe
Puslu Kıtalar Atlası
Okuduğum en güzel kitaplardan biri bu.
İhsan Oktay Anar'la suskunlar kitabıyla tanışmıştım. Ardından bu kitapta serüvene devam edeyim dedim ama aslında serüvene bu kitapla başlamak daha doğrusu olacakmış.
Uzun İhsan'ın düşler dünyasına giriş kitabı bu. Şu an bu kitabın ardından yazdığı Kitab-ül Hiyel'i okumaktayım ve bu kitabın ördüğü bir kurguyu devam ettiren bir niteliği var.
Puslu Kıtalar Atlası, Dünyayı gezerek değil düşleyerek keşfeden Uzun İhsan Efendi'nin sonunda bitirdiği bu atlası oğlu Bünyamin'e vermesi ve bu kitabın ona yaşayacağı macerada yok göstermesi üzerine kurulu.
Uzun İhsan Efendi'ye göre macera da bir abadettir. Ve ancak cesur insanlar maceraya atılabilir.
Oğluna da bugüne kadar görmeden, dokunmadan, sevmeden, acı çekmeden tamamen korkarak ve düşlere sığınarak dünyayı keşfetmeye çalışmasının bir macera olmadığını, yazdığı atlası alarak maceraya atılmasının en doğru yol olduğunu söylemesi barutun ateşlendiği an olarak karşımıza çıkıyor.
Kitapta kıyamet gününden kaçmak için Boşluk teorisinden yolaçıkan Ebrehe de ilginç bir karakter. Bunun dışında Uzun İhsan'ın evlatlığı olan Alibaz daha sonraki kitaplarından Efrasiyab'ın Hikayeleri'ne konu olacak bir karakter gibi görünüyor. O kitabı henüz okumadım.
Bu kitabı mutlaka okuyun. Muhteşem bir kitap.
İhsan Oktay Anar'la suskunlar kitabıyla tanışmıştım. Ardından bu kitapta serüvene devam edeyim dedim ama aslında serüvene bu kitapla başlamak daha doğrusu olacakmış.
Uzun İhsan'ın düşler dünyasına giriş kitabı bu. Şu an bu kitabın ardından yazdığı Kitab-ül Hiyel'i okumaktayım ve bu kitabın ördüğü bir kurguyu devam ettiren bir niteliği var.
Puslu Kıtalar Atlası, Dünyayı gezerek değil düşleyerek keşfeden Uzun İhsan Efendi'nin sonunda bitirdiği bu atlası oğlu Bünyamin'e vermesi ve bu kitabın ona yaşayacağı macerada yok göstermesi üzerine kurulu.
Uzun İhsan Efendi'ye göre macera da bir abadettir. Ve ancak cesur insanlar maceraya atılabilir.
Oğluna da bugüne kadar görmeden, dokunmadan, sevmeden, acı çekmeden tamamen korkarak ve düşlere sığınarak dünyayı keşfetmeye çalışmasının bir macera olmadığını, yazdığı atlası alarak maceraya atılmasının en doğru yol olduğunu söylemesi barutun ateşlendiği an olarak karşımıza çıkıyor.
Kitapta kıyamet gününden kaçmak için Boşluk teorisinden yolaçıkan Ebrehe de ilginç bir karakter. Bunun dışında Uzun İhsan'ın evlatlığı olan Alibaz daha sonraki kitaplarından Efrasiyab'ın Hikayeleri'ne konu olacak bir karakter gibi görünüyor. O kitabı henüz okumadım.
Bu kitabı mutlaka okuyun. Muhteşem bir kitap.
Dünya bir düştür. Evet, dünya... Ah! Evet, dünya bir masaldır.
Bir Dünya Haritası yapmayı kafaya koyan Uzun İhsan Efendi, bu işe özenen diğer kaşiflerin tersine, yerinden kımıldamadan yeni kıtalar keşfetmenin peşindeydi.9 Ağustos 2015 Pazar
Sineklerin Tanrısı
İnsanoğlunun iyilik kadar kötülüğü de içinde yaşattığı, zaman içinde hangisini daha fazla beslerse onun esiri olduğu konusunu biraz acımasızca anlatan bir kitap.
Bir şaheser değil, ancak ilham verdikleri ve anlatmaya çalıştıklarını göz önüne alındığında oldukça değerli klasik bir kitap.
Konumuz: bilinmeyen bir tarihte gerçekleşen bir savaş ve bu savaş sırasında içinde çoğunluğu çocuk olan bir uçak ve bu uçağın vuruluşu, bir adaya düşüşü ve sadece çocukların kurtuluyor olması.
Evet biraz tanıdık konuya sahip oldukça popüler diziler de çekildi sonrasında. En büyük örneği:LOST. Burada da belli bir süre sonra aralarında anlaşmazlık çıkan insanlar birbirlerinden ayrılıyorlardı. Aslında dizide ilk ayrılıkçı avcı gücündeki kişi Jack'ti. Hatırlarsınız dazlak, mavi gözlü ve güzel gülümseyen adam. Kitapta da avcıların başındaki çocuğun adı Jack. Yani bariz biçimde LOST'da bu kitaba gönderme yapılmış. Yine bu kitapta adanın tanımı dizideki adanın görüntülerini andırıyor. Yine kitapta yer alan akıllı ve çok şişman "Domuzcuk", dizideki Hugo'dan başkası değil.
Bu kitaptan uyarlanan aynı isimde bir de filmi varmış. Ben seyretmedim ve seyreder miyim bilmiyorum. İşin içinde çocuklar olunca ve acımasız olaylar olunca görmeyi istemeyebilirim.
Bir şaheser değil, ancak ilham verdikleri ve anlatmaya çalıştıklarını göz önüne alındığında oldukça değerli klasik bir kitap.
Konumuz: bilinmeyen bir tarihte gerçekleşen bir savaş ve bu savaş sırasında içinde çoğunluğu çocuk olan bir uçak ve bu uçağın vuruluşu, bir adaya düşüşü ve sadece çocukların kurtuluyor olması.
Evet biraz tanıdık konuya sahip oldukça popüler diziler de çekildi sonrasında. En büyük örneği:LOST. Burada da belli bir süre sonra aralarında anlaşmazlık çıkan insanlar birbirlerinden ayrılıyorlardı. Aslında dizide ilk ayrılıkçı avcı gücündeki kişi Jack'ti. Hatırlarsınız dazlak, mavi gözlü ve güzel gülümseyen adam. Kitapta da avcıların başındaki çocuğun adı Jack. Yani bariz biçimde LOST'da bu kitaba gönderme yapılmış. Yine bu kitapta adanın tanımı dizideki adanın görüntülerini andırıyor. Yine kitapta yer alan akıllı ve çok şişman "Domuzcuk", dizideki Hugo'dan başkası değil.
Bu kitaptan uyarlanan aynı isimde bir de filmi varmış. Ben seyretmedim ve seyreder miyim bilmiyorum. İşin içinde çocuklar olunca ve acımasız olaylar olunca görmeyi istemeyebilirim.
14 Temmuz 2015 Salı
İsimsiz Hikayemin Başlangıcı
Sıkı sıkıya kapalı tuttuğu ellerinde bir şeyler gizliyordu. Alnından terler sanki ağlıyormuşcasına yanaklarından süzülüp boynuna kadar ilerliyordu. Hızlıca odanın kapısını açtı, gürültülü biçimde ellerinde sakladığı şeyi dolabı biraz öne çekerek ve sonra eski yerine sürükleyerek gizledi. Beyaz gömleği terden sırılsıklam olmuş gövdesine yapışmıştı.Odadan çıktı, kapıyı kapadı ve sırtını kapıya dayadı. Derin derin 3 kere ciğerlerini sonuna kadar havayla doldurarak sakinleşmeye başladı. Koluyla alnındaki terleri sildi. Gömleğini çıkardı, ardından pantolonunu ve tamamen kurtuldu kıyafetlerinden. Soğuk duşun altında gözlerini kapattı ve bu sabah başından geçenleri düşündü.
Herşey sabahın 6'sında deli gibi çalan saati zar zor susturup uyanmasıyla başlamıştı. Sadece 1 saat uyuyabilmişti. Yanında uzanan yarı çıplak ve henüz tanımadığı kızın yüzüstü yatar halde çıplak sırtını ve sırtına düşen saçlarını süzdü. Bu kadar fazla akşamdan kalma olmamalıydı. Dün akşamdan sabaha kadar neleri yaşadığını bir türlü hatırlayamıyordu. Oysaki sadece 1 saat öncesine kadar ayaktaydı hala.
DEVAM EDECEK
Herşey sabahın 6'sında deli gibi çalan saati zar zor susturup uyanmasıyla başlamıştı. Sadece 1 saat uyuyabilmişti. Yanında uzanan yarı çıplak ve henüz tanımadığı kızın yüzüstü yatar halde çıplak sırtını ve sırtına düşen saçlarını süzdü. Bu kadar fazla akşamdan kalma olmamalıydı. Dün akşamdan sabaha kadar neleri yaşadığını bir türlü hatırlayamıyordu. Oysaki sadece 1 saat öncesine kadar ayaktaydı hala.
DEVAM EDECEK
13 Temmuz 2015 Pazartesi
Suskunlar
İlk başlarda "bu nedir arkadaş! Osmanlıca kelimelerden önümü göremiyorum. En iyisi bu kitabı bir kenara bırakıp başka bir kitap okuyayım" dedim. Ancak bir süre sonra yazarın kullandığı tarzı benimseyip okumaya devam ettim.
Bu yazarın okuduğum ilk kitabı ve diğer Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabını da okuyacağım en kısa zamanda.
Yazarın diğer yazarlardan ayrılan en önemli özelliği mistik konuları oldukça iyi tasvir ediyor olması. Tağut'un içindeki yılan, Asım'ın mavi hayaleti ve göğe yükselişi, Eflatun'un ses ayarları bozuk Ney'i muhteşem çalışı ve bu sihirli müzikleri dinledikten sonra insanlar üzerinde bıraktığı o etki mükemmel biçimde betimlenmiş.
Kitabın sonlarına doğru Batın'ın gelişinin anlatıldığı kısım da inanılmaz başarılıydı. Ancak Zahir'in sonu daha farklı olabilirdi diye düşünüyorum. Hem Asım'ın, hem Davut'un hem de Cüce imamın aşık olduğu Neva, müziğin ilhamının aşktan geçtiğini bir kez daha anlatıyor bize.
Kitap karakterleri birbirlerinden farklı hikayelermiş gibi başlayıp sonunda yine ustaca birleştirilmiş.
Kitabın adını aldığı Suskunlar, Müzikle sessizlik arasındaki ilahi yere ulaşmış olanların mertebesini anlatmaktadır. Ve bu mertebeye ulaşanlar artık duyma ve konuşma gereksinimi duymazlar.
Bu yazarın okuduğum ilk kitabı ve diğer Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabını da okuyacağım en kısa zamanda.
Yazarın diğer yazarlardan ayrılan en önemli özelliği mistik konuları oldukça iyi tasvir ediyor olması. Tağut'un içindeki yılan, Asım'ın mavi hayaleti ve göğe yükselişi, Eflatun'un ses ayarları bozuk Ney'i muhteşem çalışı ve bu sihirli müzikleri dinledikten sonra insanlar üzerinde bıraktığı o etki mükemmel biçimde betimlenmiş.
Kitabın sonlarına doğru Batın'ın gelişinin anlatıldığı kısım da inanılmaz başarılıydı. Ancak Zahir'in sonu daha farklı olabilirdi diye düşünüyorum. Hem Asım'ın, hem Davut'un hem de Cüce imamın aşık olduğu Neva, müziğin ilhamının aşktan geçtiğini bir kez daha anlatıyor bize.
Kitap karakterleri birbirlerinden farklı hikayelermiş gibi başlayıp sonunda yine ustaca birleştirilmiş.
Kitabın adını aldığı Suskunlar, Müzikle sessizlik arasındaki ilahi yere ulaşmış olanların mertebesini anlatmaktadır. Ve bu mertebeye ulaşanlar artık duyma ve konuşma gereksinimi duymazlar.
10 Temmuz 2015 Cuma
Ben Bir Ağacım
Ben Bir Ağacım, Orhan Pamuk'un ağırlıklı olarak Kara Kitap ve Kafamda bir tuhaflık var romanlarında geçen karakter ve hikayelerin biraz daha detayına girilen kısa kısa hikayelerden oluşuyor.
İşin doğrusu bana fazla özenli ve üzerinde fazlaca düşünülmemiş bir toplama olarak göründü.
Kara Kitap ile ilgili olan kısımlar kitabın en güzel yerleri. Kafamda Bir Tuhaflık kahramanı Mevlut'ün okul yıllarını anlattığı kısımlar o kadar da ilgi çekici değil.
Kar romanından anlattığı köktendinci ve türbanlıları okula kabul etmeyen profesör arasında pastanede geçen diyalogun da bana o kadar da gerçekçi gelmediğini söylemem gerekir.
Kitabın asıl amacının yazara olan ilgiyi taze tutmak ve 2 ana kitap arasındaki zaman dilimini kısaltmak üzere kısaca okuyucunun gazını almak için çıkarılmış bir kitap.
Az sayfalı olduğu için ve Kara Kitap'tan alınan bölümlerin güzelliği için okunabilir. Ama ana bir kitap olarak değerlendirilmemeli.
İşin doğrusu bana fazla özenli ve üzerinde fazlaca düşünülmemiş bir toplama olarak göründü.
Kara Kitap ile ilgili olan kısımlar kitabın en güzel yerleri. Kafamda Bir Tuhaflık kahramanı Mevlut'ün okul yıllarını anlattığı kısımlar o kadar da ilgi çekici değil.
Kar romanından anlattığı köktendinci ve türbanlıları okula kabul etmeyen profesör arasında pastanede geçen diyalogun da bana o kadar da gerçekçi gelmediğini söylemem gerekir.
Kitabın asıl amacının yazara olan ilgiyi taze tutmak ve 2 ana kitap arasındaki zaman dilimini kısaltmak üzere kısaca okuyucunun gazını almak için çıkarılmış bir kitap.
Az sayfalı olduğu için ve Kara Kitap'tan alınan bölümlerin güzelliği için okunabilir. Ama ana bir kitap olarak değerlendirilmemeli.
3 Temmuz 2015 Cuma
Çocuk Sesleri
Gözleri dolu dolu, gökyüzünde toplanmaya başlayan gri bulutlara bakıyordu. Güneş daha ileride bozkırı kavururken; bu tarafta bulutlar güneşin önünü çoktan kesmişti. Saçları rüzgarda hafif hafif savrulurken aklında çocukluğunda bu kırlarda nasıl özgürce hiçbirşeyi düşünmeden koşturduğu geldi. Yeşil ekinlerin arasında koşup dizlerini her seferinde yeşil yapabilmenin yolunu her zaman bulabiliyordu.
Oysaki dizleri senelerdir bu yeşille karşılaşmıyordu artık. Birden ekinlerin ilerisinde "Harman Yeri" denilen ve çoğunlukla top oynadıkları yemyeşil çayırların olduğu alana 2 arkadaş gittikleri günü hatırladı.
Harman Yeri'nin hemen yanında cılız ve pis bir dere vardı. Ve o gün derenin kenarında biri beyaz biri kahverengi iki at leşi serilmişti. Tabii çocuk merakıyla atları yakından görmeye çalışmışlar ve atları yemekle meşgul kargaları gördüklerinde inanılmaz bir dehşete kapılarak koşa koşa evin yolunu tutmuşlardı.
Hayatımızı kurduğumuz temel gerçekten küçükken yaşadıklarımız olmalı diye düşündü.
Yağmur yağacağını düşünürken bulutlar yavaş yavaş dağıldı. Güneş bütün güzelliğiyle ve yakıcılığıyla gökyüzünde gülücükler saçıyordu. Bu küçük şehrin sessiz öğle saatlerinde balkonun yalnız kalmış güzelliğine şaştı. Ve okumaya ara verdiği kitabı tekrar eline aldı.
Çocuk sesleri gökyüzüne yükseldi...
Oysaki dizleri senelerdir bu yeşille karşılaşmıyordu artık. Birden ekinlerin ilerisinde "Harman Yeri" denilen ve çoğunlukla top oynadıkları yemyeşil çayırların olduğu alana 2 arkadaş gittikleri günü hatırladı.
Harman Yeri'nin hemen yanında cılız ve pis bir dere vardı. Ve o gün derenin kenarında biri beyaz biri kahverengi iki at leşi serilmişti. Tabii çocuk merakıyla atları yakından görmeye çalışmışlar ve atları yemekle meşgul kargaları gördüklerinde inanılmaz bir dehşete kapılarak koşa koşa evin yolunu tutmuşlardı.
Hayatımızı kurduğumuz temel gerçekten küçükken yaşadıklarımız olmalı diye düşündü.
Yağmur yağacağını düşünürken bulutlar yavaş yavaş dağıldı. Güneş bütün güzelliğiyle ve yakıcılığıyla gökyüzünde gülücükler saçıyordu. Bu küçük şehrin sessiz öğle saatlerinde balkonun yalnız kalmış güzelliğine şaştı. Ve okumaya ara verdiği kitabı tekrar eline aldı.
Çocuk sesleri gökyüzüne yükseldi...
22 Haziran 2015 Pazartesi
Kafamda Bir Tuhaflık
Hiç düşünmeden söyleyebilirim ki Orhan Pamuk'un okuduğum en vasat romanı. Roman konusu ve olayların işleniş sırası açısında kusursuz.
Pamuk, ciddi anlamda Cennet ismine takmış bir yazar bence. Sessiz Ev'de Cennethisar varken burada Cennetpınar diye bir köy var. Bence bu Cennet sevdasından vazgeçmeli yada yer isimlerinde değil de başka yerlerde kullanmalı.
Roman konusunun beni çeken taraflarından biri ise kahramanın gündüzleri yoğurtçuluk akşamlar da bozacılık yapması. Zamanında babam da evden kaçıp İstanbul'a geldiğinde Cağaoğlu tarafında bir dönem yoğurtçuluk akşamları da kestanecilik yapmış. Burada bir benzerlik bulmaya çalıştım ama babam zamanında memleketine geri dönmeyi bilmiş.
Konu kahramanımız Mevlut'ün Beyşehir'in bir köyünden babasıyla, amcasıyla İstanbul'a gelip hazine arazilerine gecekondu yapıp seyyar satıcılık yaparak İstanbul'da nasıl tutunduğunu ve sonrasını anlatıyor.
Bu romanda İstanbul varoşlarının nasıl oluştuğunu, hazine arazilerinin nasıl yağmalandığını ve sonradan bu yerlerin nasıl rant getirdiğini oldukça iyi bir biçimde gözlemleyeceksiniz. Ancak semt isimlerini biraz daha gerçekçi yapsaydı Orhan Pamuk daha iyi olacaktı. Duttepe, Kültepe vs. değişik isimler bulmuş kendince. Belki bu isimlerde semtler gerçekten vardır, araştırmadım ama biraz da bilindik isimler daha güzel olabilirdi.
Romanın bitişi biraz Selvi Boylum Al yazmalım havasında olmuş. Daha güzel ve düşündürecek bir son beklerdim.
Pamuk, ciddi anlamda Cennet ismine takmış bir yazar bence. Sessiz Ev'de Cennethisar varken burada Cennetpınar diye bir köy var. Bence bu Cennet sevdasından vazgeçmeli yada yer isimlerinde değil de başka yerlerde kullanmalı.
Roman konusunun beni çeken taraflarından biri ise kahramanın gündüzleri yoğurtçuluk akşamlar da bozacılık yapması. Zamanında babam da evden kaçıp İstanbul'a geldiğinde Cağaoğlu tarafında bir dönem yoğurtçuluk akşamları da kestanecilik yapmış. Burada bir benzerlik bulmaya çalıştım ama babam zamanında memleketine geri dönmeyi bilmiş.
Konu kahramanımız Mevlut'ün Beyşehir'in bir köyünden babasıyla, amcasıyla İstanbul'a gelip hazine arazilerine gecekondu yapıp seyyar satıcılık yaparak İstanbul'da nasıl tutunduğunu ve sonrasını anlatıyor.
Bu romanda İstanbul varoşlarının nasıl oluştuğunu, hazine arazilerinin nasıl yağmalandığını ve sonradan bu yerlerin nasıl rant getirdiğini oldukça iyi bir biçimde gözlemleyeceksiniz. Ancak semt isimlerini biraz daha gerçekçi yapsaydı Orhan Pamuk daha iyi olacaktı. Duttepe, Kültepe vs. değişik isimler bulmuş kendince. Belki bu isimlerde semtler gerçekten vardır, araştırmadım ama biraz da bilindik isimler daha güzel olabilirdi.
Romanın bitişi biraz Selvi Boylum Al yazmalım havasında olmuş. Daha güzel ve düşündürecek bir son beklerdim.
9 Haziran 2015 Salı
Sessiz Ev
İstanbul İzmit arasında(Sanırım Gebze yakınlarında) Cennethisar diye bir kasabadaki yaşlı babaannelerini ziyarete giden 3 kardeşin bir haftalık ziyaretini konu alan güzel bir hikaye.
Nedendir bilmem ama kitap bana Çağan Irmak'ın bayıldığım bir filmini çağrıştırdı: Karanlıktakiler...
Orhan Pamuk'un hemen hemen bütün kitaplarında sağcı, solcu, dinci, ülkücü gibi nitelendirmeleri bana itici geliyor diyebilirim. Ancak ülkücüsünden solcusuna karakterlerin analizi ve iç dünyaları muhteşem diyebilirim.
Bu yazlık beldeye gelen kardeşlerin dedelerinin ansiklopedi yazacağım diyerek kafayı yemesi de ayrı bir konu. Babaannelerinin bu ihtiyarlık döneminde odasında geçirdiği ve zamanın ne kadar da zor geçtiğine dair tasvirlerde kendimden geçtiğimi ve anlatılan anın sıkıcılığını iliklerime kadar hissettiğimi belirtmeden geçemeyeceğim.
Kardeşlerin en büyüğü, eşinden ayrılmış olan tarihçi abinin eski Osmanlı arşivlerinde incelediği mahkeme dosyaları inanın beni benden aldı. Harbiden çok sıkıcı. Kitabın tek kusuru bence bu kısımlar.
Eski otomobilleriyle küçük kardeşin zengin kız arkadaşıyla son sürat yolculuğu aklımda kalan en iyi sahnelerden.
Bir de bu var aklımda,denize doğru gömülen bir belediye otobüsü.....
Ölümün içeri dalan karanlığı hoş ve rahat bir kadın gibi çekiciydi, bekliyorduk.
Nedendir bilmem ama kitap bana Çağan Irmak'ın bayıldığım bir filmini çağrıştırdı: Karanlıktakiler...
Orhan Pamuk'un hemen hemen bütün kitaplarında sağcı, solcu, dinci, ülkücü gibi nitelendirmeleri bana itici geliyor diyebilirim. Ancak ülkücüsünden solcusuna karakterlerin analizi ve iç dünyaları muhteşem diyebilirim.
Bu yazlık beldeye gelen kardeşlerin dedelerinin ansiklopedi yazacağım diyerek kafayı yemesi de ayrı bir konu. Babaannelerinin bu ihtiyarlık döneminde odasında geçirdiği ve zamanın ne kadar da zor geçtiğine dair tasvirlerde kendimden geçtiğimi ve anlatılan anın sıkıcılığını iliklerime kadar hissettiğimi belirtmeden geçemeyeceğim.
Kardeşlerin en büyüğü, eşinden ayrılmış olan tarihçi abinin eski Osmanlı arşivlerinde incelediği mahkeme dosyaları inanın beni benden aldı. Harbiden çok sıkıcı. Kitabın tek kusuru bence bu kısımlar.
Eski otomobilleriyle küçük kardeşin zengin kız arkadaşıyla son sürat yolculuğu aklımda kalan en iyi sahnelerden.
Bir de bu var aklımda,denize doğru gömülen bir belediye otobüsü.....
Ölümün içeri dalan karanlığı hoş ve rahat bir kadın gibi çekiciydi, bekliyorduk.
27 Mayıs 2015 Çarşamba
Yağmur
İki gündür Güneş şehrin tepesinde, kırmızı kiremitlere işlemekte, ter ve kükürt kokusuna benzer bir koku karışımı sokakları yürünmez hale getiriyordu. Ne insanlar isteyerek yaşıyor ne de çocuklar oyun oynuyordu. Ağaçların yeşili bile sarıya çalan yeni bir dünya düzeni başlamıştı. Aşklar bitik, şiirler ölü filmler senaryosuzdu.
Gökyüzü gri bulutlarla kapanmaya başladı. Günlerce, aylarca yağmur yağdı.
Ve yağmur herşeyi temizleyerek Dünya tekrar kirlenene kadar dinlenmeye çekildi.
Gökyüzü gri bulutlarla kapanmaya başladı. Günlerce, aylarca yağmur yağdı.
Ve yağmur herşeyi temizleyerek Dünya tekrar kirlenene kadar dinlenmeye çekildi.
25 Mayıs 2015 Pazartesi
The Game
1997 yapımı güzel bir filmi önereceğim size. Cumartesi günü 18 sene sonra 2. kez seyrettim. Tabii ilk seyredişim sinemadaydı.
İlk seyrettiğimde sanki daha hızlı ve çok daha fazla aksiyon dolu gibi gelmişti ama bu sefer son yıllardaki aksiyon filmlerindeki hıza alıştığımdan mı bilmiyorum biraz daha durağan geldi.
Filmin ana teması aslında çok basit ama gerçekten güzel mesajlar veriyor. Herşeye sahip olduğunu düşünen ama aslında çok az şeye sahip olan çok zengin bir adama verilen müthiş bir ders.
Film repliklerinde güzel bir İncil alıntısı da var: «O'nun günahkâr olup olmadığını bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, kördüm, şimdi görüyorum.»
Kahramanımız, çocukken babasının intiharına şahit olmuş. Oldukça zengin ve her istediğini elde eden, huysuz, geçimsiz bir adam. Eşinden de ayrıldığı için kocaman bir evde yalnız yaşamakta. Sorunlu bir gençlik geçiren bir de kardeşi var. Ama seyrek olarak görüşüyorlar.
Ve doğumgünü yaklaştığında film kopuyor. Herşeyi olan bir adama ne hediye edebilirsiniz? Kahramanımızın kardeşi o hediyeyi bir akşam yemeğinde abisine veriyor. Ardından olaylar başlıyor.
Film nasıl bitiyor hiç değinmeyeceğim çünkü standart dışı bir film bu. Herşeyi olduğunu düşünen ama çok az şeye sahip bir adamın gözlerinin açılması...
İlk seyrettiğimde sanki daha hızlı ve çok daha fazla aksiyon dolu gibi gelmişti ama bu sefer son yıllardaki aksiyon filmlerindeki hıza alıştığımdan mı bilmiyorum biraz daha durağan geldi.
Filmin ana teması aslında çok basit ama gerçekten güzel mesajlar veriyor. Herşeye sahip olduğunu düşünen ama aslında çok az şeye sahip olan çok zengin bir adama verilen müthiş bir ders.
Film repliklerinde güzel bir İncil alıntısı da var: «O'nun günahkâr olup olmadığını bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, kördüm, şimdi görüyorum.»
Kahramanımız, çocukken babasının intiharına şahit olmuş. Oldukça zengin ve her istediğini elde eden, huysuz, geçimsiz bir adam. Eşinden de ayrıldığı için kocaman bir evde yalnız yaşamakta. Sorunlu bir gençlik geçiren bir de kardeşi var. Ama seyrek olarak görüşüyorlar.
Ve doğumgünü yaklaştığında film kopuyor. Herşeyi olan bir adama ne hediye edebilirsiniz? Kahramanımızın kardeşi o hediyeyi bir akşam yemeğinde abisine veriyor. Ardından olaylar başlıyor.
Film nasıl bitiyor hiç değinmeyeceğim çünkü standart dışı bir film bu. Herşeyi olduğunu düşünen ama çok az şeye sahip bir adamın gözlerinin açılması...
22 Mayıs 2015 Cuma
Fırtınalar ve yağmurlar artık uzak
Havalar ısınmaya başladığında benim mevsimim biter ve sıcak, terli, yarı çıplak bir mevsim başlar. Sevdiğim fırtınalar ve yağmurlar artık uzaktır.
Küçükken soğuk kış günlerinde tabureye oturup kurnayı doldurarak, duşu açmadan maşrabayla yıkanırdım. Turuncu ve ayakları suyun kirecinden beyazlamış o tabure artık yok evde. Sanırım geçen sene annem artık eskidi diye çöpe attı. Banyo öylesine buhar olurdu ki sisli havada denizin ortasında yalnız kalmış bir gemi hissederdim kendimi.
Gözlerimi kapatıp o buharların arasında cehennemin de böyle bir yere benzeyip benzemediğini düşünürdüm. Hala sıcak suyun altında gözlerimi kapadığımda bu küçüklük anıları canlanır gözümün önünde.
Ara sıra banyo kapısının boyası kalkmış yerlerinde oluşmuş gelişigüzel bir şekil gözüme ilişir gün batımında gökyüzüne doğru havalanan bir uçağa benzetirdim. Yıllar sonra tekrar baktığımda hala o uçağı hayal edebiliyorum banyo kapısında. Küçücük ellerimle yanaklarımı tutup gelecekte ne yapacağımı hayal eder dururdum.
Çok zaman geçti ve değişmeyen tek şey zamanın akış hızı. Bir mozaik gibi renkli kişiliğimi oluşturan küçüklüğümün, masumiyetimin kayboluşu bir film şeridi gibi önümden geçmekte.
Küçükken soğuk kış günlerinde tabureye oturup kurnayı doldurarak, duşu açmadan maşrabayla yıkanırdım. Turuncu ve ayakları suyun kirecinden beyazlamış o tabure artık yok evde. Sanırım geçen sene annem artık eskidi diye çöpe attı. Banyo öylesine buhar olurdu ki sisli havada denizin ortasında yalnız kalmış bir gemi hissederdim kendimi.
Gözlerimi kapatıp o buharların arasında cehennemin de böyle bir yere benzeyip benzemediğini düşünürdüm. Hala sıcak suyun altında gözlerimi kapadığımda bu küçüklük anıları canlanır gözümün önünde.
Ara sıra banyo kapısının boyası kalkmış yerlerinde oluşmuş gelişigüzel bir şekil gözüme ilişir gün batımında gökyüzüne doğru havalanan bir uçağa benzetirdim. Yıllar sonra tekrar baktığımda hala o uçağı hayal edebiliyorum banyo kapısında. Küçücük ellerimle yanaklarımı tutup gelecekte ne yapacağımı hayal eder dururdum.
Çok zaman geçti ve değişmeyen tek şey zamanın akış hızı. Bir mozaik gibi renkli kişiliğimi oluşturan küçüklüğümün, masumiyetimin kayboluşu bir film şeridi gibi önümden geçmekte.
18 Mayıs 2015 Pazartesi
Hayatımın Filmi: Dream With The Fishes
Yalnız bir fareyi su dolu bir küvete koyarsan yaklaşık 15 dakika kadar hayatta kalmaya çalışır ve ardından ölüme teslim olur. Oysa ki 2 fare su dolu bir küvete konulduğunda 45 dakika birbirleriyle dayanışma içinde hayatta kalmaya çalışır.
Evet filmin ana konusu bu aslında. Biri günleri sayılı bir kan kanseri diğeri ise hayata küsmüş içine kapalı ve ölmek isteyen bir adam...
1997 yılında Alkazar ve Kadıköy As salonlarında oynamıştı sadece. Zaten bu salonlar seçilmiş ve diğer salonlarda oynamayan festival filmlerini gösterirdi o zamanlar. Bu tip filmler artık salonlarda gişe tasasıyla yer bulamıyor.
Başkahramanımız içine kapanık, elinde dürbün sürekli karşı binayı seyrediyor. O kadar çok seyrediyor ki birine platonik biçimde aşık ve sürekli fotoğraflarını çekiyor. Genç evli bir çifti de sürekli dikizliyor. Mutlu anlarını, kavgalarını vs vs. herşeylerini görüyor. Ve git gide yalnızlığını içinde daha fazla hissediyor.
Bir gün canına tak ediyor artık. Bir şişe viski alıp köprüden atlayacaktır. Tam atlamayı düşünürken yanına yaklaşan biri saatin kaç olduğunu sorar. Burası filmin kırılma noktasıdır. Çünkü saati soran adam röntgenlediği genç çiftin erkek olanıdır ve kan kanseridir. Bir insanın nasıl öldüğünü inanılmaz derecede merak etmektedir.
Bu kırılma noktasından sonra kahramanımız başka bir biçimde intihar etmeye ikna olur. Ve olaylar intiharıyla garip bir boyut kazanarak gelişir. Çok güzel film müzikleri var. O zamanlar Google olmadığı için arattıp kimler bunlar diyememiştim. Şimdi de o anın büyüsünü orada bırakmak için aramıyorum.
Hayatımın en güzel filmi olmasının nedeni ise herşeyin değişebileceği ve insanların ölüm karşısında en fazla ne kadar dayanabileceği konusunu işlemesi. Her saniyede binlerce insan ölüyor ama her saniyede yine binlerce insan doğuyor.
Bu bir kozadan çıkış hikayesi...
Evet filmin ana konusu bu aslında. Biri günleri sayılı bir kan kanseri diğeri ise hayata küsmüş içine kapalı ve ölmek isteyen bir adam...
1997 yılında Alkazar ve Kadıköy As salonlarında oynamıştı sadece. Zaten bu salonlar seçilmiş ve diğer salonlarda oynamayan festival filmlerini gösterirdi o zamanlar. Bu tip filmler artık salonlarda gişe tasasıyla yer bulamıyor.
Başkahramanımız içine kapanık, elinde dürbün sürekli karşı binayı seyrediyor. O kadar çok seyrediyor ki birine platonik biçimde aşık ve sürekli fotoğraflarını çekiyor. Genç evli bir çifti de sürekli dikizliyor. Mutlu anlarını, kavgalarını vs vs. herşeylerini görüyor. Ve git gide yalnızlığını içinde daha fazla hissediyor.
Bir gün canına tak ediyor artık. Bir şişe viski alıp köprüden atlayacaktır. Tam atlamayı düşünürken yanına yaklaşan biri saatin kaç olduğunu sorar. Burası filmin kırılma noktasıdır. Çünkü saati soran adam röntgenlediği genç çiftin erkek olanıdır ve kan kanseridir. Bir insanın nasıl öldüğünü inanılmaz derecede merak etmektedir.
Bu kırılma noktasından sonra kahramanımız başka bir biçimde intihar etmeye ikna olur. Ve olaylar intiharıyla garip bir boyut kazanarak gelişir. Çok güzel film müzikleri var. O zamanlar Google olmadığı için arattıp kimler bunlar diyememiştim. Şimdi de o anın büyüsünü orada bırakmak için aramıyorum.
Hayatımın en güzel filmi olmasının nedeni ise herşeyin değişebileceği ve insanların ölüm karşısında en fazla ne kadar dayanabileceği konusunu işlemesi. Her saniyede binlerce insan ölüyor ama her saniyede yine binlerce insan doğuyor.
Bu bir kozadan çıkış hikayesi...
8 Mayıs 2015 Cuma
Iron Sky
İşte yine kült bir film olmaya aday bilim kurgu-komedi tarzı tuhaf ötesi bir film. Ancak insanın konusunu duyar duymaz izleyesi geliyor.
Film 2018 yılında geçiyor. 1945 yılında savaşı kaybeden Naziler'in bir kısmı Ay'ın karanlık yüzüne sığınır ve burada teknolojilerini daha da geliştirip çok güçlü bir koloni haline gelirler. Tabii tamamen Ari ırka sahip Almanlar'dan oluşan bir koloni.
NASA'nın uzay aracı Ay'ın yüzeyine indiğinde Ay'a ayak basan 2 astronottan birini öldürüp diğerini de canlı ele geçirirler. Canlı ele geçirdikleri astronot zencidir ve kolonide bulunanların çoğu zenci insan görmemiştir. Filmin başkahramanlarından sarışın Alman ablamızın babası Naziler'in bilim adamıdır ve bu zenci astronota bir sıvı içirerek Albino yapar. :)
Sarışın ablamız, Albino olan zenci astronotumuz ve sarışın ablamızın sözlüsü Dünya'ya inip Amerikan Kadın Başkanı öldürmeye ve ardından Dünya'yı işgal etmeye karar verirler.
Film gerçekten abukluklarla dolu, Siyasilerle ve bazı ülkelerle gerçekten sağlam dalga geçiyor. 2016 yılında devamının da çekileceği söyleniyor.
Orjinal ve değişik bir film. Çok erkeksi bir film olduğunu da söylemekte fayda var. IMDB'de ortalama 6 puanda. Ama bu tip filmlere 1 bile verseler pek baz almamak gerekir.
Film 2018 yılında geçiyor. 1945 yılında savaşı kaybeden Naziler'in bir kısmı Ay'ın karanlık yüzüne sığınır ve burada teknolojilerini daha da geliştirip çok güçlü bir koloni haline gelirler. Tabii tamamen Ari ırka sahip Almanlar'dan oluşan bir koloni.
NASA'nın uzay aracı Ay'ın yüzeyine indiğinde Ay'a ayak basan 2 astronottan birini öldürüp diğerini de canlı ele geçirirler. Canlı ele geçirdikleri astronot zencidir ve kolonide bulunanların çoğu zenci insan görmemiştir. Filmin başkahramanlarından sarışın Alman ablamızın babası Naziler'in bilim adamıdır ve bu zenci astronota bir sıvı içirerek Albino yapar. :)
Sarışın ablamız, Albino olan zenci astronotumuz ve sarışın ablamızın sözlüsü Dünya'ya inip Amerikan Kadın Başkanı öldürmeye ve ardından Dünya'yı işgal etmeye karar verirler.
Film gerçekten abukluklarla dolu, Siyasilerle ve bazı ülkelerle gerçekten sağlam dalga geçiyor. 2016 yılında devamının da çekileceği söyleniyor.
Orjinal ve değişik bir film. Çok erkeksi bir film olduğunu da söylemekte fayda var. IMDB'de ortalama 6 puanda. Ama bu tip filmlere 1 bile verseler pek baz almamak gerekir.
4 Mayıs 2015 Pazartesi
Intacto
Seneler seneler önce seyrettiğim ve hatırladıkça ne güzel bir filmdi dediğim bir filmden bahsedeceğim kısaca.
Seyrettiğim en orjinal senaryoya sahip filmlerden biri. Aslında oldukça basit bir konu üzerinde çalışılmış: ŞANS.
Sadece şanslı insanların oynadıkları ve bazen yaralanmalarla ve ölümlerle sonuçlanan akıl dışı oyunların (kumar) arasında geçen sıradışı bir hikaye.
Bu oyunlardan örnekler verecek olursak: Gözü kapalı sık ağaçlı bir ormanda koşmak, yine gözü kapalı çok işlek bir otoyolda karşıdan karşıya geçmek ve zehirli bir arıyı (böceği herneyse) bal sürülmüş kafalara çekmek vs.
Bir de Yahudi soykırımından kurtulmuş Dünya'nın en şanslı adamı var. Ve bu adamın bir kumarhanesi var. Adamın odasına çıkan asansör sahnesi. Başroldeki adamın uçak kazasından kurtulma sahnesi, yine kahramanımızın dayak yedikten sonra arabadan atılma sahnesi muhteşem. Arabada çalan parçayı seneler sonra Shazam icat olduğunda bulabilmiştim. Las Palmeras...
İçinde aşk olmadan da müthiş bir film çekilebilirmiş dedirten bir film. Bitişi bile çok güzeldi.
Verdiği mesaj da bence mükemmel.
Kibrin sonunda başınıza neler gelebilir? En iyi benim dediğinizde daha iyisi karşınıza çıkar mı? Ya da çıktığında ne yaparsınız.
Görüntü yönetmeni de muaazzam bir iş çıkarmış bence. İçinde aşk yok ama aşk katılarak çekilmiş sanki.
Bence tartışmasız kült bir film.
Seyrettiğim en orjinal senaryoya sahip filmlerden biri. Aslında oldukça basit bir konu üzerinde çalışılmış: ŞANS.
Sadece şanslı insanların oynadıkları ve bazen yaralanmalarla ve ölümlerle sonuçlanan akıl dışı oyunların (kumar) arasında geçen sıradışı bir hikaye.
Bu oyunlardan örnekler verecek olursak: Gözü kapalı sık ağaçlı bir ormanda koşmak, yine gözü kapalı çok işlek bir otoyolda karşıdan karşıya geçmek ve zehirli bir arıyı (böceği herneyse) bal sürülmüş kafalara çekmek vs.
Bir de Yahudi soykırımından kurtulmuş Dünya'nın en şanslı adamı var. Ve bu adamın bir kumarhanesi var. Adamın odasına çıkan asansör sahnesi. Başroldeki adamın uçak kazasından kurtulma sahnesi, yine kahramanımızın dayak yedikten sonra arabadan atılma sahnesi muhteşem. Arabada çalan parçayı seneler sonra Shazam icat olduğunda bulabilmiştim. Las Palmeras...
İçinde aşk olmadan da müthiş bir film çekilebilirmiş dedirten bir film. Bitişi bile çok güzeldi.
Verdiği mesaj da bence mükemmel.
Kibrin sonunda başınıza neler gelebilir? En iyi benim dediğinizde daha iyisi karşınıza çıkar mı? Ya da çıktığında ne yaparsınız.
Görüntü yönetmeni de muaazzam bir iş çıkarmış bence. İçinde aşk yok ama aşk katılarak çekilmiş sanki.
Bence tartışmasız kült bir film.
2 Mayıs 2015 Cumartesi
Küçük Prens
Evet bu kitabı yeni okudum. Ve yeni okuduğum için de gerçekten kendi kendime hayıflandım.
Mükemmel bir kitap. Şeker Portakalını okuduysanız onun kadar hüzünlü duygu yüklü diyemem ama her sayfasında ayrı bir farklılık ayrı bir bakış açısı var.
Kitabın yazarı hızlı yaşayıp genç ölenlerden. O kadar hızlı yaşamış ki adam hem pilot hem de 2-3 kitap yazmış. Bir de 44 yaşında ölüvermiş.
Kitapta da kendi ağzından hikayeyi anlatıyor. Uçağıyla bir çöle mecburi iniş yapan bir pilot kendisi ve orada tesadüfen uzaydaki küçücük gezegeninden gelen Küçük Prens'le karşılaşır. Küçük Prens, ona Dünya'ya nasıl geldiğini, gelirken hangi gezegenlere, yıldızlara uğradığını, buralarda kimlere rast geldiğini anlatıyor.
Bugünün dünyasındaki insanları mizahi bir açıdan çocuk gözüyle anlatıyor. O kadar akıcı ve basit bir dille yazılmıştı. 2 okumada bitiverdi. Kitaptaki resimleri de yine yazar kendisi çizmiş.
Yetenekli adammış. Kitaptaki en güzel söz bence bu:
Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur. Söz gelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan ben saat üçte mutlu olmaya başlarım.
Mükemmel bir kitap. Şeker Portakalını okuduysanız onun kadar hüzünlü duygu yüklü diyemem ama her sayfasında ayrı bir farklılık ayrı bir bakış açısı var.
Kitabın yazarı hızlı yaşayıp genç ölenlerden. O kadar hızlı yaşamış ki adam hem pilot hem de 2-3 kitap yazmış. Bir de 44 yaşında ölüvermiş.
Kitapta da kendi ağzından hikayeyi anlatıyor. Uçağıyla bir çöle mecburi iniş yapan bir pilot kendisi ve orada tesadüfen uzaydaki küçücük gezegeninden gelen Küçük Prens'le karşılaşır. Küçük Prens, ona Dünya'ya nasıl geldiğini, gelirken hangi gezegenlere, yıldızlara uğradığını, buralarda kimlere rast geldiğini anlatıyor.
Bugünün dünyasındaki insanları mizahi bir açıdan çocuk gözüyle anlatıyor. O kadar akıcı ve basit bir dille yazılmıştı. 2 okumada bitiverdi. Kitaptaki resimleri de yine yazar kendisi çizmiş.
Yetenekli adammış. Kitaptaki en güzel söz bence bu:
Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur. Söz gelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan ben saat üçte mutlu olmaya başlarım.
Phantom of The Opera
Aslında bu tip sanatsal faaliyetlerin biraz dışında kalmaktan rahatsızlık duyuyordum. 2 ay önce Romeo ve Giulietta ya gidip yarısında sıkılıp çıkınca müzikal maceram burada bitiyor diye düşünmüştüm ta ki Phantom of The Opera'ya hediye bilet gelinceye kadar.
İşin doğrusu yine yarısında çıkacağım bir müzikal olacağını düşünüyordum. Çok büyük bir yanılgıymış.
Şunu öncelikle söyleyebilirim ki Zorlu PSM sahnesi dışında başka bir sahnenin bu oyundaki teknolojiyi kaldırabileceğini düşünmüyorum. Müthiş bir perde, sahne, dekor, ışıklandırma çeşitliliği var.
Bu müzikalin en güzel yanlarından biri de enstrümanların sahnenin altında canlı bir orkestra tarafından çalınması. Tabii oyuncular da canlı söylüyor ve müthiş güzel sesleri var.
İsminden de anlaşılacağı gibi konu bir operadan ve bu operada yaşayan bir hayaletin genç ve güzel bir opera sanatçısına aşık olması üzerine.
Bu kadar basit bir konu olmasına rağmen o kadar güzel işlenmiş ki insan hayret edemeden duramıyor.
Sanat diye bir şey varsa budur. Net.
İşin doğrusu yine yarısında çıkacağım bir müzikal olacağını düşünüyordum. Çok büyük bir yanılgıymış.
Şunu öncelikle söyleyebilirim ki Zorlu PSM sahnesi dışında başka bir sahnenin bu oyundaki teknolojiyi kaldırabileceğini düşünmüyorum. Müthiş bir perde, sahne, dekor, ışıklandırma çeşitliliği var.
Bu müzikalin en güzel yanlarından biri de enstrümanların sahnenin altında canlı bir orkestra tarafından çalınması. Tabii oyuncular da canlı söylüyor ve müthiş güzel sesleri var.
İsminden de anlaşılacağı gibi konu bir operadan ve bu operada yaşayan bir hayaletin genç ve güzel bir opera sanatçısına aşık olması üzerine.
Bu kadar basit bir konu olmasına rağmen o kadar güzel işlenmiş ki insan hayret edemeden duramıyor.
Sanat diye bir şey varsa budur. Net.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)