Yalnız bir fareyi su dolu bir küvete koyarsan yaklaşık 15 dakika kadar hayatta kalmaya çalışır ve ardından ölüme teslim olur. Oysa ki 2 fare su dolu bir küvete konulduğunda 45 dakika birbirleriyle dayanışma içinde hayatta kalmaya çalışır.
Evet filmin ana konusu bu aslında. Biri günleri sayılı bir kan kanseri diğeri ise hayata küsmüş içine kapalı ve ölmek isteyen bir adam...
1997 yılında Alkazar ve Kadıköy As salonlarında oynamıştı sadece. Zaten bu salonlar seçilmiş ve diğer salonlarda oynamayan festival filmlerini gösterirdi o zamanlar. Bu tip filmler artık salonlarda gişe tasasıyla yer bulamıyor.
Başkahramanımız içine kapanık, elinde dürbün sürekli karşı binayı seyrediyor. O kadar çok seyrediyor ki birine platonik biçimde aşık ve sürekli fotoğraflarını çekiyor. Genç evli bir çifti de sürekli dikizliyor. Mutlu anlarını, kavgalarını vs vs. herşeylerini görüyor. Ve git gide yalnızlığını içinde daha fazla hissediyor.
Bir gün canına tak ediyor artık. Bir şişe viski alıp köprüden atlayacaktır. Tam atlamayı düşünürken yanına yaklaşan biri saatin kaç olduğunu sorar. Burası filmin kırılma noktasıdır. Çünkü saati soran adam röntgenlediği genç çiftin erkek olanıdır ve kan kanseridir. Bir insanın nasıl öldüğünü inanılmaz derecede merak etmektedir.
Bu kırılma noktasından sonra kahramanımız başka bir biçimde intihar etmeye ikna olur. Ve olaylar intiharıyla garip bir boyut kazanarak gelişir. Çok güzel film müzikleri var. O zamanlar Google olmadığı için arattıp kimler bunlar diyememiştim. Şimdi de o anın büyüsünü orada bırakmak için aramıyorum.
Hayatımın en güzel filmi olmasının nedeni ise herşeyin değişebileceği ve insanların ölüm karşısında en fazla ne kadar dayanabileceği konusunu işlemesi. Her saniyede binlerce insan ölüyor ama her saniyede yine binlerce insan doğuyor.
Bu bir kozadan çıkış hikayesi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder