28 Kasım 2016 Pazartesi

Hayalle gerçek arası: Fenni Sihirler-Gölge

Kitap, Eski İstanbul sınırları içinde Edinekapı-Nişantaşı arasında geçiyor. Osmanlı'nın Abdülhamit döneminde...

Civalı zarlar yaparak kumar oynayan Kahkah, civalı zar yutup konuşamaz ve elma dışında hiçbir şey yemeyen Ab'ab, Edinekapı surlarının dibinde bir mezbelelikte yaşarlar. Bir gün bir adam bir çocuğu dünya'nın bütün kötülüklerinden uzak kalması için Kahkah'a bırakır.

Kahramanımız İsmail, bu çocuktur. Kahkah çocuk Dünyanın kötülüklerinden uzak olsun diye onu ip cambazı olarak büyütecektir. Daha sonra bu ip cambazımıza dostluk edecek İstanbul'daki büyük maymun katliamından kurtulan şebek Leylifer katılacak ve yoldaşı olacaktır.

İhsan Oktay Anar'ın tarzına çok yakın hatta ondan esinlenmiş bir kitap gibi geldi bana.

Kitapta çok güzel sahneler var. Bu kitaptan sonra Rüyabazlarla ilgili bir kitap daha çıkar diye düşünüyorum.

Genel itibariyle oldukça güzel bir kitap ama Spielberg'in Yapay Zeka'sında olduğu gibi biraz fazla uzatılmış gibi. Son 10-15 sayfasını yazar uzatmadan bıraksaydı bana göre şahane bir son hatta sonrasına sarkacak bir serinin başlangıcı olabilecekti.


“Güçlü olanın gerçeğe boyun eğmesi gerekmezdi. Çünkü o, gerçeğin yerine de geçebilecek kadar ehli kudretti onların gözünde”

“İnandırmak çok önemli. İnsanlar senin gerçeği anlatmanı değil, onları inandırmanı isterler. Çok fazla titizlenmene lüzum yok, temaşacıyı inandır, yeter”

“Dünya görmek istediğimiz şeylerin panayırıdır. İnsan baktığını görmez, gördüğüne bakar. Görmek istemediklerimiz ise hususi cehennemimizi donatır.

“insanların en büyük ihtiyacının yalan olduğunu bir kez daha öğrenmiştim.”

24 Kasım 2016 Perşembe

Kapı

12-13 Sene önce yazdığım saçma bir yazımı buldum:

Yorgun bir çarşamba akşamıydı. Siyahlar içinde bir adam, rutin yolunda her zamanki çamur, kum,toz ve trafik engellerini aşarak asansörsüz binanın 5.katına ıkına ıkına, birazda bayır yukarı çıkan sağlam bir Mercedes kamyon ayarında tırmanarak elini anahtarın değilde, anahtarın kabarttığı kot cebine atarak kapıyı açmak üzereydi ki apartman otomatiği sönerek, onu sürekli yapageldiği eyleminden mahrum bıraktı.

Siyahlı adam yanlış hatırlamıyorsam-ki kesinlikle yanlış hatırlamam-bendim. Evet,evet o siyahlı adam bendim.Siyah kabanımın altında cırlak kırmızı bir eşofman üstü olduğunu bilen tek kişi de yine bendim. Hem siyahlı hem de kırmızılıydım ama bir karpuz gibi içinin dışarıdan anlaşılamayacağı ve yalnızca meraklısının çözebileceği bir bulmacanın yukarıdan aşağı yedisinin ikisiydim.

Biran aklıma, şu an aklıma gelmeyen gelse de gülüp geçebileceğim, sonra da yine uzun süre hatırlamayacağım, aslında hiç de komik olmayan bir fıkranın gelmesi durumunda yüzümün alacağı durumun diğer insanlar tarafından nasıl görüneceği düşüncesi geldi. Aynı Erenköy tren istasyonunda, yağmurun azizliğiyle iyice kayganlaşmış, insanları düşürmek için etrafı
kollayan sıra sıra ,inim inim inleyen, Necip Fazıl'ın Kaldırımlar'ından daha iktidarsız ve daha da kalleş olan ve insanın ömrü boyunca yürüyüp de bitiremediği, Faruk Nafiz'in ağır ağır çıkılmasını sıkı sıkıya tembihlediği merdivenlerde ayağımın kayıp da sayaç gibi popomun üstünde her basamağı itinayla ziyaret edişim gibiydi.Tam o sırada Shaekespeare'in trene binerken uzattığı kuru kafa yok mu? "Ulan, istemem" diyorum, "Ölümü gör,al!"diye ısrar ediyor."Abi, beni hafife alıyorsun,ben çok kral bir yazar olacam." diye senelerce başımın etini yedi. Hem de İngiliz edebiyatında söz sahibi olacakmış. Bir gün kenara çektim keratayı"Oğlum bak,delikanlı adamsın, İngiliz senin neyine?Biz burada İngiliz mi seviyoz?" dedim."Haklısın abi!"dedi, yine de yola gelmedi eşşoğlusu.

21 Kasım 2016 Pazartesi

The Hunt

Türkçe'ye Onur Savaşı diye çevrilmiş adı. Aslında "The Hunt" yani "Av" bence daha güzel giderdi.

Günümüzün Türkiye'sinde çok tartışılan çocuk tacizini konu eden ve kuzey toplumlarının bu konuda ne kadar hassas olduğunu oldukça iyi anlatan bir film. Mads Mikkelsen, her zamanki gibi yine döktürüyor.

Bir öğretmeni canlandırdığı 2012 yapımı filmde suçsuzluğunu ispat etmeye çalışır. Bu oldukça zor bir dönemdir. Küçük sakin bir kasabada haklın arasına tekrar karışmak kolay olmayacaktır.

Filmde yer alan bütün oyuncular ayrı bir doğallıkta, kasabanın manzarası ve sakinliği sizi oralarda yaşama isteğiyle dolduracak. İster istemez kendinizi böyle bir duruma düşsem acaba ne yapardım? derken buluyorsunuz. Ardından cevapsız kalan, açıkta kalan bir şeyler mutlaka olur diyorsunuz. Sonra bir kurşun sesi ormanın içinde yankılanır. O cevapsız kalan boşluğu bu ses dolduracaktır. Film bittiğinde gardınız düşecektir. Böyle bir duruma hiçbir zaman düşmemek için her şeyinizi vermek isteyeceksiniz.

Oldukça yavaş ama keyifle akan bir film. Kesinlikle seyretmelisiniz. Hele hele bugünlerde...


Yezidin Kızı

Refik Halit Karay, siyasi nedenlerle Suriye'ye sürülmüş bir yazar. Bu kitap da görez yaptığı Suriye ve Irak topraklarında 1934'te geçiyor. 

Kitabın çoğunluğu Yezidiliğin ne olduğunu, bu dinle ilgili yanlış bilinenleri ve Yezidi halkının nasıl zulümler gördüğünü anlatıyor. 

Yezidilik, Muaviye'nin oğlu Yezid'le mesela uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan bir din. Yine bu dine atfedilen mum söndü ayinleri yok. Hem Müslümanlıktan hem de Hristiyanlıktan hem de ateşe tapan atalarından öğrendikleri inançları birleştirmiş bir görüşe sahipler. Zamanla gördükleri kötü muamele ve katliamlardan sonra bir kısmı zorla Müslüman ve bir kısmı da Hristiyan olmuştur.

Hikayemizin kadın kahramanı da Hristiyan olan ve Arjantine giden Yezidilerin başının kızı. Bu kızın amacı da yıllar sonra Yezidilerin eskiden yaşadıkları bölgede bir ülke kurmak. Ve ülke kurmak için de Suriye, Irak ve Türkiye gibi ülkelerden medet umuyor. Ancak o zaman bile ortadoğuda cirit atan İngiliz casusları nedeniyle bu hayal sulara gömülüyor.

Yazarın anlatımı müthiş. Bu Yezidi kıza duyduğu aşk ve onu anlatışı inanılmaz.

Sonunda çok eziyet çekmemek için büyük zevklerden mahrum kalmayı tercih ederim...

Cennette zevki kanıksamanız, cehennemde ezayı benimsemeniz mümkündür; en hoş geçireceğiniz devir, zannederim araftır.
Ben şimdi oradayım.

18 Kasım 2016 Cuma

Yanılsamalar Kitabı

Paul Auster'ın okuduğum 2. kitabı. Birbirine çok benzer özellikleri var. Gördüğüm kadarıyla yazar, aynı Sabahattin Ali ve Zweig romanlarında olduğu gibi hikaye içinde hikaye oluşturuyor, sonunda da bunları birbirine bağlıyor. Ancak bu bağlayış ve senaryo inanılmaz bir işçilikte yapılmış.

Kitabın bir bölümünde profesörün hakkında kitap yazdığı Hector'un sessiz filmini anlattığı bir bölüm var. Bu bölüm edebiyat tarihinin belki de en yaratıcı en gerçekçi ve hayal edilebilir tasviridir. Okuduktan sonra o hayali filmi sanki gerçekten sinemada seyretmişim gibi gözlerimi kapadım. Düşündüm uzun süre. Bu adamın yazdıkları sanırım sihirli dedim. Sonra tekrar okudum. Kelimeler normaldi. Ama bu normal kelimeleri çok büyük bir ustadan başkası yan yana getirip sihirli hale getirebilirdi. İlk okuduğum kitabı Görünmeyen'le vazgeçmek üzere olduğum yazar meğerse ustaların ustasıymış.

Okumadıysanız hemen okuyun derim.

Kitaptan birkaç güzel alıntı:


Sana bir kez ihanet edeni affedersen seni yine kullanır; çünkü ihanet bir ruh hali değil, karakterin dökülüş biçimidir...

Hayatını kurtarmak istiyorsan önce onu mahvetmenin eşiğine gelmelisin...

''Bir insanı neden sevdiğiniz sorusuna cevap bulamıyorsanız,
Onu gerçekten seviyorsunuzdur...''

''Sizi tatlı kılacak kadar mutluluğunuz olsun, güçlü kılacak kadar acınız ve sizi kullanmalarına fırsat vermeyecek kadar umudunuz...''

''...unutma:
ciddiye al ama kapılma.
dalga geç ama kırma.
sahip ol bu hayatta, asla ait olma...''

Hayatın en hüzünlü anı, deli gibi sevdiğin insanın buna değmediğini gördüğün andır. Ve en büyük kaybın ona harcadığın zamandır..

''İnsanlar asla söyledikleri kadar meşgul değillerdir. İnsanların öncelikleri vardır. Ve bazen sıra sana gelmez...''

Neden mutsuzsun..? dedi. Mutsuz değil, beceriksizim dedim. Sizin gibi, mutlu olduğumu sanmayı beceremiyorum. Hepsi bu...

17 Kasım 2016 Perşembe

Ağır Küfürlerin Başucu Kitabı: Müptezeller

Gerçek bir hayat hikayesi gibi başlıyor ve öyle devam ediyor. Yazar Emrah Serbes'in daha önce yaşadığı Antalya, Ankara, İstanbul şehirlerinde tam bir kaybedenler, saygınlığını kaybedenler (Müptezeller) hikayelerinden oluşuyor.

Yaşananlar içinde bolca hayal ürünü kanun dışı işler var. Bacağı kırılmış hasta adamın ağrısını dindirmek için uyuşturucu içirmesi de absürdlüklerden birisi. Yani bazı gerçekleri bu tip tuhaf olaylarala karıştırınca ortaya ağza alınmayacak bol küfürlü, nedensiz aşırıya kaçan davranışlarla dolu bir sezar salata çıkmış.

Küfürlere özellikle dikkat edin. Çok rahatsız edici bir kitap bu açıdan.

Aralara serpiştirilmiş inci gibi sözlerin olduğunu, düşündürdüğünü hayran bıraktığını da ifade etmem gerekir. İyi yönleri gözardı edilirse kesinlikle almamanız gereken bir kitap. Almak isteyenler için rahatsız olmam diyenler için de oldukça akıcı bir çırpıda bitecek bir kitap.

Gemiler geçiyordu batıdan, gemiler geçiyordu doğudan, gemiler geçiyordu kuzeyden ve güneyden, her yönden gemiler geçiyordu ama hiçbiri benim için geçmiyordu. Yalnız başıma oturuyordum. Gidecek yerim yoktu. Gitmek istediğim bir yer yoktu.

"Uyumak istemiyorum," dedi.
"Neden?"dedim.
"En kötü düşünceler yatarken aklıma geliyor."

Bu ülkede ölmek sıradan bir şakadır.

“Bir hayal, gerçeğin kıyısından geçtiğinde, iki göz bir mahremde buluştuğunda, iki el birbirini bulduğunda, iki kalp birbirine dokunduğunda, bu dünyada bitmemiş ümitler adına bir çiçek açar ve umutsuzluk bir adım geri atar, bu coşkun yüreğin zaferidir ve insanın karanlıkta atabileceği yegâne adımdır. Hala içim sızlıyordu. Her şeyi acıyla öğrendiyseniz mutluluktan da içiniz sızlar.”

“seni seviyorum,” diye bağırdım. “Bu gece ve her gece seni seveceğim. Kimi özlediğimi bilmediğim zamanlarda bile seni seviyordum. İçimdeki yokluğun ne yokluğu olduğunu bilmediğimde bile seni seviyordum. Sen yanımdayken içimde bütün bir şehre yetecek kadar mutluluk vardı. “

"Ona üzülmüyorum ki ben dedi babam. Her ay evin taksitini ödedik de ne oldu? Bak, uçup gitti elimizden balon gibi. Keşke seni ağlatmasaydık çocukken. Keşke sana o akülü arabayı alsaydık."

Bir Köy Hikayesi: Dostlar Arasında

Dostlar Arasında, İsrail'in ilk kuruluş yıllarında bir köyde geçen küçük hikayelerden oluşuyor.

Bu küçük köyde yaşanan ihanetler, iyilikler, güzellikler, kötülükler her şey ama her şey çok samimi ve insanın içine işliyor.

Kötülüğe kötülükle değil aksine iyilikle ve anlayışla yaklaşan insanların hala var olduğunu görmek güzel. Ancak yaşam tarzları ve işleri paylaşma biçimleri sanki sosyalist bir ülke düzenine benziyor. Bütün işler paylaşılmış ve insanlar gönüllü biçimde bu görevleri yerine getiriyorlar. Kendilerince bir yönetim biçimleri, oldukça demokratik bir de oylama yöntemleri var.

Geleneklerin dışına çıkmak, köyü bırakıp gitmek pek mümkün olmuyor. Hatta Üniversiteyi İtalya'da okumak isteyen bir gence bile gidiş izni vermeye pek yanaşmıyorlar. Gidenleri de artık aralarına almıyorlar.

Az sayfa sayısıyla hem seyahatlerde hem de kafa dağıtmak için ideal samimi bir kitap.

Fedaileri Kalesi Alamut

Tarihin akışını değiştirmek için birçok farklı yol var. Ancak Hasan Sabbah tarihi, şeytani ve keskin zekasıyla şekillendirmiştir.

Hasan Sabbah, Şii'liğin bir kolu olan İsmaili inancını dünyaya hakim kılmak için Haşhaşi tarikatını kurmuş. Yaşadığı sürece de İran'ın kuzeyi merkez olmak üzere geniş bir alanda birçok hükümdarın korkulu rüyası olmuştur.

Hasan Sabbah, rivayetlere göre Selçuklu Başveri Nizam-ül Mülk ve Ömer Hayyam'ın okul arkadaşıydı.

Hatta bu tarikatı kurmak için fikri de Ömer Hayyam'dan aldığı söylenir. 

Yine anlatılanlara göre bu 3 kafadar okuldayken ilk önce kim yüksek mevkiye gelirse diğerlerine yardım edecekti. Ve öyle de oldu. Nizam-ül Mülk Başvezirliğe yükselince Ömer Hayyam'a hatırı sayılır bir maaş bağlatmıştır. Bu dönemde Hasan kendini İsmaili düşüncesini Dünya'ya nasıl hakim kılarım diyerek gerçeğin peşine düşmüştür.Ancak gerçeğin peşine düşmenin onu hiçliğe sürükleyeceğini tahmin edememişti. 

Ve o dönemde Bağdat'ta Sünnilerin halifesi, Kahire'de de Şii'lerin halifesi çekişme içindeydi. Hasan Sabbah, Mısır'a "gerçek halife"sinin yanına gider ancak burada geçirdiği 3.yılın sonunda Halifenin veziri Bedr el-Cemâli'nin düşmanlığını kazanır ve öldürülmek üzere henüz bilinmeyen bir limana öldürülmek üzere yollanır. Ancak Hasan, çıkan bir fırtınayı fırsat bilerek Kaptan'ı altınla kandırır. Gemide bulunanlara da "Allah bizi bu fırtınadan kurtaracak ve Suriye'de karaya çıkacağız" der.

Fırtınadan kurtulup da Suriye'de karaya çıkanlar Hasan'ın bir peygamber olabileceği söylentisini başlatırlar.Hasan, ölümden kurtulmuştur. Ve bu durumu kendini yüce bir insan gibi gösterecek derecede de şanslı olmuştur. Hedefi Kuzey İran'da bir hakimiyet kurmaktır...

Bu kitabı mutlaka okumalısınız.

Hepimiz geleceği çok fazla düşünüyoruz.Bu sebeple de bugünümüzü heba ediyoruz.

"Hayatın aslında bir masala benzediği doğruymuş."

Bilge insan için mutlulukla mutsuzluk arasında bir fark yoktur, sadece aptallar ve budalalar mutlu oldukları için sevinirler!

"Çok düşünmeme neden oluyorsun İbni Sabbah."
"Bir kadın düşünmeye başladı mı tehlikeli oluyor"

Çölde açlıktan ölmekte olan bir çakal kafesteki karnı tıka basa tok bir aslandan daha mutludur.

Bilinç seviyesi ne kadar düşerse fanatiklik de o ölçüde artar.

Begümün 500 Milyonu

Jules Verne'in okuduğum en değişik en hoş kitaplarından biri. Konusu oldukça değişik.

İngiliz Vatandaşı Hintli bir prenses Begüm'den kalan göz kamaştırıcı bir mirasın seneler sonra 2 varisi çıkar. Biri Fransız doktor Sarrasin diğeri ise Alman profesör Schultze.
Fransız doktor insanların huzur içinde yaşadığı sağlık hizmetlerinin kusursuz işlediği tam anlamıyla ideal bir şehrin kuruluşuna başlar. Ve bunda da başarılı olur.

Alman profesör ise Dünyanın en gelişmiş toplarını ve silahlarını üreten Dünyanın her yerine silah yollayan, deyim yerindeyse para basan büyük bir fabrika kent inşa eder.

Alman profesörün asıl amacı tam zıttı görüşteki diğer varisin şehri üzerinde son geliştirdiği silahla bir deneme yapmak ardından da Dünya'yı ele geçirmeye çalışmak. 

İyi ile kötünün muazzam matematik zekayla anlatıldığı, aksiyon ve bilim kurgunun müthiş harmanlanmasıyla oluşturulmuş bir kitap. Kesinlikle okunmalı.

16 Kasım 2016 Çarşamba

Bir Ses Böler Geceyi

Sanki bir rüyanın içinde geçiyor. Süha, eski model cipiyle bir yağmurlu gecede ıssız bir Alevi köyünün yakınlarındaki mezarlıkta yoldan çıkıp aracı bir ağaca çarparak durur. Başını direksiyona çarpmıştır ve mezarlığın biraz dışında açılmış bir mezar görür. Ürperir ve  çamurlu yollardan yürüyerek yardım istemeye köye doğru yola çıkar.

Önce köyün meydanına gider ama köydeki hiçbir evin ışıkları yanmıyor, etrafta çıt çıkmıyordur. Bu saatte herkes uyuyor olamaz diye düşünür. Birkaç kapıyı çalar ve seslenir ama hiçbir yanıt alamaz.

Köyün başka bir girişinden girdiğinde eski bir evin köyün bütün yaşayanlarıyla dolu olduğunu ve içeride çok önemli bir konunun konuşulduğuna şahit olur.

Bu kitapta Alevilik'le ilgili ve gerçeği arayan bir gencin başına gelenler ve ölüşünden sonra ortada kalan naaşıyla ilgili oldukça hoş bir hikaye var. Kitabın belirgin bir korku ve gerilim unsurlarıyla başlaması ve gidişinin değişik boyutlara taşınması okuyucuyu şaşırtan özelliklerinden.

Lakin bilmek öyle kolay iş değildir kızanım. Bilmek için bıkıp usanmadan çalışmak, susuz kalmış bir çiçek suyu nasıl emerse öyle iştahla öğrenmek gerekir.

İnsan her şeye alışır diyorlar ya, öyle değil aslında. Başka çaren olmadığı için katlanıyorsun ama alışmıyorsun.

Mücadele ister silahla, ister sözle olsun, marifet gerektirir. Marifete sahip olmayan kişiler kazanamaz.

İç Anadolu'dan kopan bir kitap: Peri Gazozu

Baştan bir sinema oyuncusunun anıları olduğunu bilseydim sanırım bu kitabı okumazdım. Ancak konuların işlenişi ve yaşananlardan seçilip bağlanışı muhteşem.

Ben Niğde'liyim, babam Uçhisar'lı. Uçhisar, Nevşehir'e 8km uzaklıkta bir kasaba biraz daha şehirden uzaklaşırsanız Göreme, biraz daha uzaklaşırsanız karşınıza Avanos gelir. Şu an ablamlar bu şirin ilçede yaşıyorlar. Bu yaz onları ziyaret edişimin ardından bu kitap, çoğunlukla bu ilçede geçen hikayeleriyle aklımda daha net canlandırdığım bir İç Anadolu klasiği oldu diyebilirim.

Kitabın adı, yazarın babasının ürettiği bir gazoz markası aslında. Peri adı Peri bacalarından geliyor. Yazar, sinema oyuncusu olmanın yanında asıl mesleği doktorluk. Ancak siyasi görüşleri nedeniyle Anadolu'nun çeşitli yerlerine sürülmüş ve sürüldüğü her şehirde başına iyi, kötü bir şey gelmiş. Eşiyle nişanlıyken gizlice görüşmesi ve kebapçının bu fark ederek yemek yollaması oldukça hoş bir ayrıntıydı.

Bir roman olarak değil bir anı kitabı olarak değerlendirmekte fayda var.

Odama dönüyorum sessizce. Oğlum 'ben büyüdüm' diyor, demek ki ölebilirim artık.

12 Eylül Türkiye’si, oğullarının tabutunu arayan babaların ülkesi olarak hatırlanacaktır.

Eskiden el yazması kitapların içine "ya hafız, ya kebikeç" yazılırmış. Bu duanın, kitabı haşarattan, nemden ya da yangından koruduğuna inanılırmış. Ve yine rivayet olur ki bu yazının mürekkebi böcekler için zehirli olan düğünçiçeği bitkisinin suyundan yapılırmış. Özel bir mürekkeple yazılan bir tür muska yani: "koruyan, esirgeyen kebikeç" anlamında...

Zavallı valizimin bir türlü kapanmayan fermuarını halı dokurken kullanılan kındapla bağlamıştı annem ve kındapın annem gibi koktuğunu keşfetmiştim. Sonraki geceler koynumda annemin kokusu, kındapla uyudum hep.

Bir iktidar masalı: Hayvan Çiftliği

YEDİ EMİR

1. İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin.
2. Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.
3. Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
4. Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.
5. Hiçbir hayvan içki içmeyecek.
6. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.
7. Bütün hayvanlar eşittir.

Hayvan Çiftliği, gördükleri kötü muameleye karşı çıkıp, insanların elinden çiftliği alan hayvanların trajikomik bir yönetim hikayesi. 

1984'te olduğu gibi burada da hayvanlar üzerinde müthiş bir algı yönetimi söz konusu. Yukarıda, hayvanların çiftliği ele geçirdiklerinde oy birliğiyle kararlaştırdıkları anayasa zamanla çıkarlara göre değiştirilecek ve hiçbiri hatırlanmayacaktır. Hatırlayanların ve itiraz edenlerin sonu bellidir.

1940'lı yılların siyasi otorite savaşlarını ve dolayısıyla da bugünün dikta rejimlerinin müthiş bir kesiti diyebiliriz. Geç okuduğum için kendime kızgınım. Filmi de çekilmiş ama ben filmini henüz seyretmedim.

Tanrı bana sinekleri kovayım diye bir kuyruk vermiş; ama keşke sinekler de olmasaydı, kuyruğum da.

Özgürlüklerini savunamayanların ödedikleri bedel ağırdır. Özgürlük, değerli olduğu ölçüde kırılgandır da...

Bütün hayvanlar eşittir; ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir.

Dışarıdaki hayvanlar bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor, ama onları birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.

Koca bir yıl köle gibi çalıştılar. Ama böyle çalışmaktan mutluydular; ne yapıyorlarsa, bir avuç aylak ve soyguncu insanın çıkarı için değil, kendi çıkarları uğruna ve gelecek kuşaklar için yaptıklarının bilincinde olduklarından, var güçleriyle çabalıyorlar, her türlü özveriye sessizce katlanıyorlardı.

Yıllar geçti çiftlik zenginleşti; ama her nedense hayvanların hayat koşulları değişmemişti; tabii domuzlarla köpekleri saymazsak.

Bilim Kurgu'nun Kralı'ndan: Aya Yolculuk

Bazı insanlar yıllarca sonrasını tahmin edebilir belki de yüzyıllarca sonrasını. Jules Verne, düşündükleri ve yazdıklarıyla yaşadığı dönemin çok ilerisinde bir yazar.

Aya Yolculuk, Aya ilk ayak basılan tarihten yüzyıl önce 1865'te yayınlanmış bir kitap. Olay 1800'lü yıllarda biten savaşların ardından işsiz kalan Silah Kulübü'nün başkanının Aya, büyük bir top mermisi yollaması fikriyle bütün Dünya'yı bir heyecanlandırması üzerine kuruludur.

Ancak bu enteresan fikre karşı çıkan ve bahse giren Avrupa'lı bir adamın da katılımıyla uzaya gönderilecek olan top mermisinin içine bir bölme yapılıp insanla gitmesi planlanır.

Yaklaşık 300 m uzunluğunda Dünyanın en büyük   topunun yapılış aşamaları ve yapılan matematiksel hesaplamalar gerçekten etkileyici. Hatta yüzyıl önce yapılan bu hesaplamalarda Ay'ın yer çekiminin bile hesaplanmış olması ayrı bir deha örneği.

Kesinlikle okunası bir kitap. Karakterler sağlam, heyecan hiç düşmüyor, sürprizler hiç bitmiyor.

Aman tanrım, niye denizin dibini araştırıp duruyoruz. Kovan sudan daha hafif. Tepesini gorebiliyoruz, işte orada kovan orada. Hemen kurtuluştan bir bot indirildi. Kaptan Maston ve Dr. Belfast da içindeydiler. Bot yaklaştığında üç pencere açıldı ve ay yolcularının şarkı söyleyen sesleri duyuldu.

Bilim adamları, önemli bir sorunun çözümlenmesini beklerken, gürültü etmez, sağa sola gidip gelmez, telaşlı ya da sinirli olup kalkmazlar. Sadece beklerler. Çünkü onlar bilirler ki, yapabilecekleri başka bir şey yoktur.

Maston ve D. Belfast, Locke Dağı'na yerleşmişlerdi. Ay'ı kesinlikle gözden kaçırmıyorlardı. Ay doğdukça yeniden biri teleskopun başına geçiyor, onu ve oradaki üç arkadaşlarını seyrediyordu.
Bir gün dedi Maston, bir gün dönecekler, canlı olarak!
Hiçbirşey olanaksız değildir diye yanıtladı Dr. Belfast

14 Kasım 2016 Pazartesi

Güzel bir aldatma hikayesi: Korku

Aslına bakarsan hala anlayamadığım şey,insanın tehlikesini bilerek bir suçu işledikten sonra itiraf etme cesaretini bulamayışıdır. İtirafı engelleyen bu basit korkuyu her türlü suçtan daha zavallıca buluyorum.

Stefan Zweig'ın çok önem verdiği şeylerden biri itiraftır. İtirafta bulunamayan bir insan da hayatını sürekli bir korku içinde yaşar. 

65 sayfalık tam bir seyahat kitabı. Küçük, güzel bir hikaye. Güzel, zengin bir kadın var. Mutlu bir yuvası ve 2 tane çocukları.

Paranın fazlasının getirdiği bir sapkınlıkla eşini aldatır ve bunu eline yüzüne bulaştırır. Bu kendini bilmezlik yakasını uzun süre bırakmaz. Peşinden sürekli onu takip eden korkusudur artık.

"Maceranın gerçek bedeli tehlikeye atılabilmektir."

"Korku, cezadan çok daha beterdir çünkü ceza bellidir. Ağır da olsa hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir."

Artık korku, evine, odalarına yerleşti.

Zamanın çoktan sildiği bir hata için cezalandırılabilir miydi insan?

Dudaklarında hafif bir gülümseme uçuşarak orada kaldı.

Bir Eyüp Sultan Romanı: Mihmandar

İskender Pala'nın adını hep duyuyordum ama ilk defa bir kitabını okumaya karar verdim. 1998 yılında profesör olmuş ve bence çok iyi bir anlatım tekniğine sahip bir yazar.

Mihmandar, İslamiyet'in doğuşundan İstanbul'un fethine kadar uzanan bir tarih romanı. Mihmandar, sözlük anlamıyla önemli bir kişiyi ağırlayan rehberlik eden demek ve bu romandaki Mihmandar Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra evinde kaldığı Eyüp Sultan. (Tabii o zaman Sultan denilmiyordu)

Olaylar olabildiğince yavaş anlatılıyor ve her bölüm başka bir karakterin ağzından anlatılıyor. Kitabın bir nevi İslam propagandası yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kitabın akışını kolay tahmin edebiliyorsunuz ancak sona doğru parçaların birleştirilişi harika. Bana göre anlatılan bu tarih kurgusunda bazı karanlık noktalar var. Fatih'in Akşemsettin'le ok atışı sonrası yaşananlar ve Eyüp Sultan'ın mezarının yüzyıllarca Hristiyanlar tarafından korunma hikayesi çok saçma geldi bana.

Dini ve milli duyguları yüksek bir okuyucu kitlesi için şaheser diyebilirim.

Aralarda çok güzel replikler okudum:

Akıllı ile deli arasındaki fark odur ki, biri bildiğini söylemez, diğeri söylediğini bilmez.

Doğduğumuz toprak bizi kendine bağlıyordu. Gidişimizin için ilk adımın, varışımızdaki son adımdan değerli olması bu yüzdendi.

Zamanın ölümler alıp ölümler satan bir bezirgan olduğunu işte o sırada bildim.

Bir İntiharlar Başucu Kitabı: Amok Koşucusu

Yedi ayrı hikaye, kahraman ve intihar...

Hep söylerim Zweig intiharların yazarıdır ve çoğu hikayesi insanların geçmiş hayatlarından beslenir.

Aslında yazdıkları hep kaybedenler. Ve yine kendi hayatının önemli bir kısmını seyahatlerle geçiren yazar; bu hikayelerinde de seyahatlere yer vermiştir.

En ilginç hikayelerden biri ise Amok koşucusu. Bu hikayeyi okuyuncaya kadar bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum.

Amok Koşucusu: Malezya, Endonezya gibi yerlerde görülen ilginç bir hastalık. Genç erkek, silahını (genelde kesici bir silah) eline alarak  bir pazar yerine dalar ve önüne çıkan insanları öldürür. 

Sonunda akşam oldu. Ama burada akşamlar ne kadar hüzünlüydü! Karanlık çökmesinden, her şeyin kaybolmasından, ışığın kararmasından başka bir şey değildi akşam! Akşam burada bir son demekti, oysa Paris'te akşam, tüm eğlencelerin başlaması anlamına geliyordu! Burada akşam geceyi doğuruyordu orada ise akşam kraliyet salonlarında yaldızlı mumları yakıyor, bakışlardaki havayı ışıldatıyor, yürekleri tutuşturuyor, ısıtıyor, mest ediyor ve ateşliyordu! Burada akşam sadece insanın içine korku salıyordu.

Yüreği kendini hep yaşadığı ana kaptırıyordu, gerçeği söylerken yalan söylüyordu ve aldatmak isterken de samimiydi: Tek bildiği şey hissettiği şeydi. Ve şimdi de tüm damarlarından mutluluk ve coşku akıyordu, artık gözden düşmüş, dostlarını kaybetmiş düşüncesine gülüp geçiyordu!

Türk filmlerinden çıkma bir kitap: Kırmızı Saçlı Kadın

Sizin saçınızın rengi doğuştan, benimki ise kendi kararım. Biz sonradan kırmızı saçlı olanlar için, saç rengi seçilmiş bir kişilik demektir. Bir kere saçlarımı kırmızıya boyattıktan sonra geri kalan hayatımda kırmızı saçlarıma bağlı kalmak için çırpındım.

Orhan Pamuk'un oldukça ticari ama bir o kadar da çıtır çerez gibi hoş bir kitabı.

Solcu idealist bir Eczacı babanın terk edip gittiği eşi ve oğlu Cem. Genç yaşta çalışmaya başlar Cem. Sessiz Ev'de olduğu gibi bu kitapta da yine Gebze yakınlarında bir evde otururlar. Oysa ki babasıyla yaşadıkları zamanlarda Beşiktaş'ta büyümüştür. Büyüyünce yazar olmak istemektedir.

Bir gün Çorlu yakınlarında bir yerde bir kuyu ustasıyla çalışmaya gider. Bir kaza sonrasında ustasının öldüğünü düşünerek o kuyudan kaçar.

Hiçbir şey olmamış gibi yaparsanız ve gerçekten de hiçbir şey olmuyorsa, hiçbir şey olmaz sonunda.

Gel zaman git zaman çok zengin olur Cem. Ama kuyu ustasının yanında çalışırken yaşadıkları hayatının akışını yeniden değiştirecektir. 

Türk filmi gibi dediğimiz tesadüf ve dramlarla yüklü bolca ticari kaygı kokan ama yine de güzel bir kitap.

Sanki toprağı kazdıkça, ustama göre Allah'ın ve meleklerin katına doğru ilerliyorduk. Oysa geceyarısı esen serin rüzgar, lacivert gök kubbenin ve ona asılı on binlerce titrek yıldızın tam ters yönde olduğunu hatırlatırdı.

Çünkü eski masal ve efsanelerdeki şeyler en sonunda gelir başınıza. Ne kadar çok okur, efsanelere ne kadar çok inanırsanız, o kadar çok gelir. Zaten dinlediğin hikâye başına geleceği için ona efsane dersin.

11 Kasım 2016 Cuma

Bir Siyasi Klasik: 1984

Evinizin salonunda kocaman bir ekran var. Bu ekrandan neler yaptığınız devletçe izlenir ve size sürekli sesli görüntülü mesajlar verilir. Kendi isteğinizle bir şey seyretmeniz mümkün değildir.

Bir şeyler yazmak, günlük tutmak, TV'den verilen propagandalara eşlik etmemek kesinlikle yasaktır.

Eviniz 7. katta ve tam pencerenizin karşısındaki binada kocaman bir poster: Büyük Biraderin Gözü Sende...

Hayatınızda yapmanız gereken her şey kurallarla sınırlı. Parti'nin söylediklerinin tersini yaparsan en ağır cezalara çarptırılırsın.

Winston Smith, kuralların hepsine koşulsuz uyan bir parti  üyesiydi. Taa ki içine başka kuşkular düşene ve yasak olduğu halde bir kıza aşık olana dek. O kızla bütün kuralları alt üst edecektir.

Gerçeklerin yalan, yalanların gerçek olduğunu ispat edemeyeceğiniz bir dünya. 1984, yüzyılımızın karanlık yüzünü en çarpıcı ve sert biçimde gözlerimizin önüne seriyor. Günümüzün politik dünyasının biraz abartılı bir tasviri aslında. Kesinlikle okunmalı...

Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir.

Birine olan aşk değil de, o hayvansal içgüdü,o basit, bozulmamış arzu; Parti'yi paramparça edecek güç buydu işte.

Geçmiş yok olup gitmişti, geleceği düşlemek olanaksızdı.

Çıkardığınız her sesin duyulduğunu, karanlıkta olmadığınız sürece her hareketinizin gözetlendiğini varsayarak yaşamak zorundaydınız; zorunda olmak ne söz, artık içgüdüye dönüşmüş bir alışkanlıkla öyle yaşıyordunuz.

"Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan,geçmişi de denetim altında tutar."

“Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız.”

“Toplumumuzda, olup bitenleri en iyi bilenler, aynı zamanda dünyayı olduğu gibi görmekten en uzak olanlardır. Genellikle, kavrayış ne denli fazlaysa, yanılma da o ölçüde fazladır: Zekâ ne denli fazlaysa, akıl o ölçüde azdır.”

“Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, sen kazandın demektir.”

Mai ve Siyah

1889 yılında basılmış bir kitap... ama ne kitap.

Ahmet Cemil, Türk edebiyat tarihinin ilk büyük kaybeden kahramanı olarak kayıtlara geçmiştir umarım. Halit Ziya bu romanın eşşiz kahramanını ilmek ilmek işlemiş diyebiliriz.

O günlerin İstanbul'u, özellikle Beyoğlu oldukça değişikmiş. Gidilen her mekanın ismi Fransızca. Erenköy, tam anlamıyla bir köy.

Ahmet Cemil, orta halli bir memurun oğludur. Bir de kız kardeşi ve Süleymaniye'de bir evleri vardır. Herşey yolunda giderken kahramanımızın babası hayatını kaybeder. Bu olayla birlikte ailenin hayatı karma karışık bir hal alır.

Gazetecilik mesleğinde oldukça ilerle ve eniştesiyle birlikte matbaaya yatırım yaparak bir nevi ortak olur. Ancak her şey belli bir süre sonra teker teker bozulacak ve yıkılacaktır.

Bütün bu karışan hayat planları arasında kahramanımız çok zengin bir aileden olan arkadaşı Hüseyin Nazmi'nin kız kardeşine aşık olur. Bu aşkın sonu yoktur.....


Onun alemi; işte şu yavaş yavaş açılan beyninin içinde, mai bir sema, o mai semanın içinde birçok gülümseyen ümit yıldızlarından ibaretti..!

İnsanlar tuhaftır. Kötü bir şey yapmakta olduklarını sezinleyecek olurlarsa, kesinlikle ilk önce vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar. Kötü işler sahibi olanlara sorunuz; hepsinde kendi kendilerine bulunup uydurulmuş ve özenle pekiştirilmiş sebeplere rastlarsınız.

Aman Yarabbi! Sevmek bu muydu? İnsanı sanki bir mengene içinde sıkıp da birisinin ayakları altına ezik, bitik, can çekişerek atmak isteyen bu öldürücü şey, sevmek bu muydu?

Bana öyle geliyor ki seni bu kadar perişan eden şey çalışmaktan korku değildir, hayatın henüz bilmediğin bir şeyine biraz vaktinden önce rastlamandır. Yalnız bundan ibaret...

İnsan, üzüntülü ve sevinçli zamanlarında kalbinin dayanamayacağından fazlasını duyarlı bir kalple bölüşmek ister...

10 Kasım 2016 Perşembe

Görünmeyen - Görünmese de hep aramızda

Paul Auster'ın okuduğum ilk kitabı. Ancak bu yazarı okumaya başlamak için en yanlış kitabı sanırım. Çünkü kitabın ama teması iki kardeş arasındaki (hayali olup olmadığı belli olmayan) bir ensest ilişkinin üzerine kurgulanıyor.

Roman 1960'lı yılların New York'unda başlıyor. Kahramanımız edebiyatla ilgili ve şair olmak isteyen bir üniversiteli. Bir davette tanıştığı bir profesör ve eşiyle tanışır ve eşiyle birlikte olmaya başlar.

Ardından Paris'e gider... Yine burada bir sevgilisi olur.

Ancak önemli bir sırrı da vardır. Bu sır o öldükten sonra kaleme alınır. Yazdıklarının doğruluğu araştırıldığında belirsiz bir sonuca ulaşılır. Tuhaf ve çapraşık bir yaşam hikayesi bu.

Kitaptan birkaç güzel alıntı:

Sanat, mutlu azınlık içindir.

Hayat kaypaktır; adil olan her zaman kazanmaz.

Geçmişte düşündüklerinizin bir yanılgıdan ibaret olduğunu kabullenmek zordur.

Sorunlar, dertler denizinde boğulmak üzerinde olduğunuz zaman, çok çalışmak sizi suyun üzerinde tutan bir sal işlevi yapabilir.

' ..birinin sizi sevdiğini öğrendiğiniz zaman sizin de ilk tepkiniz onu sevmek olur. '

9 Kasım 2016 Çarşamba

Elveda Gülsarı

Kırgızistan'ın henüz bağımsızlığını ilan etmeden önce komünizm rejiminde yaşanan aksaklıklar ve bozkırın acımasız iklim şartları ve her şeyin arasında bir insanla bir atın arasındaki sonu ölümle biten yoldaşlık öyküsü bu.
"Bozuk yol üzerinde tekerlekler takırdıyor, takırdıyordu…

Kara toprağın toynaklarının altında kaydığını hissetmesi, Gülsarı’nın sönmeye başlamış bir mum gibi cıbz ışıklı belleğinde, belli belirsiz anılarını uyandırdı: Çok gerilerde kalan o güneşli yaz günlerini hatırladı. Yemyeşil çayırlan, bayırları, yüksek dağlan, düş kadar güzel o dünyayı… "

Kahramanlarımız eşsiz bir Kırgız atı ve sahibi Tanabay. 

Tanabay, partiye gönül vermiş ve parti için elinden gelen her şeyi yapan bir adamdır. Partide bağlı olduğu yönetici değişip de olur olmadık bir sürü fedakarlık yapması istendiğinde kurmuş oldukları sistemin nasıl da bozulmaya yüz tuttuğuna şahit olur. Çok sevdiği atı Gülsarı bile elinden alınır, parti yöneticisine verilir ve onun haberi olmadan kısırlaştırılır. Bu kanlı olayı fark ettiğinde Tanabay Gülsarı'nın yanına gelir. İkisinin de gözleri yaşlıdır.

Uzun bir zaman sonra Tanabay ve Gülsarı birbirlerine kavuşurlar. Birliktelikleri o kadar fazla sürmeyecektir.

Orta Asyanın steplerinde esen rüzgarın sesini, otların sallanışını ve nal seslerini ruhunuzda hissedeceğiniz bazı yerlerinde gözleriniz yaşararak okuyacağınız bir kitap.

"Bu ıssız yolda nihayet birileri göründü." diye düşündü. Bu bir kamyondu. Yaklaşınca farlar gözünü kamaştırdı ve Tanabay ellerini gözlerine siper etti.

Çağımızın bir uyuşturma ve tembellik simgesi: Koltuk

Turuncu bir koltuk düşünün... Nereye gideceğinize karar veren, yolun ne zaman nerede biteceğinin hiç belli olmayacağını anlatan ve yeniden hayata bağlayan...

Koltuk, kapitalizmin insanları uyuşturan, tembelliğe sevk eden evimizin içine kadar girmiş bir sembolüdür aslında. Hayatımızın büyük bir bölümü salonumuzun baş köşesindeki koltuklarımızda geçer.

Married With Children'daki Al Bandy, Simpsons'taki Homer elleri göbeklerinde hep bu koltuklara çakılı vaziyette bir elleri göbeklerinde bir elleri kumanda da TV karşısında Amerikan vurdumduymaz tembel hayatını yaşamaktadır.

3 kahramanımız var. Ama gerçek kahraman şişman bilgisayar programcısı Tom, Diğer kahramanlarımız Tree ve Eric. 3 kafadar işsiz güçsüz ama bazı yetenekleri olan körelmek üzere olan gençlerdir.

Her şey bu 3 kafadarın evden atılmalarıyla ve turuncu koltuğu da yanlarında götürmeleriyle başlar. Başlarda koltuktan kurtulmak için birçok yol denerler ama gizli bir takım güçlerin buna engel olduğunu ve koltuğun gitmek istemediği yöne taşındığında ağırlaştığını, istediği yöne taşındığında da inanılmaz hafiflediğini görürler.

Hayattan neredeyse tüm umudunu yitirmiş olan kafadarlar bu tuhaf koltukla ve koltukla birlikte peşlerinde olacak gizli güçlerle Güney Amerika'ya kadar uzanan macera dolu bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolculuk hem kaybedişlerin hem de kendini yeniden buluşlarla bitecektir.

Kesinlikle sıradan bir kitap değil. Bazı yerlerde OHA diyebilirsizniz. Sürprizleri bol...

8 Kasım 2016 Salı

Sinema tarihinin ilham verici filmlerinden: Primal Fear

Oyunculuklar, konu, soundtrack.... Hepsi de ayrı ayrı güzel.

Cinsel sapkınlıkta bir başpiskopos, yetimhanede büyümüş bir çocuk, eskiden sevgili olan ama araları nane limon bir avukat ve bir savcı...

Edward Norton, henüz bir çocuk sayılabilecek yaşta. İnanılmaz bir masumiyet ve bu masumiyeti yerle bir eden saldırgan kişiliğe sahip. Edward Norton sinema kariyerine bu filmle başlamıştır ve filmdeki performansıyla Altın Küre Ödülü'nü almaya hak kazanmıştır.

Başpiskopos, inanılmaz kanlı bir biçimde odasında öldürülür. Boğuşma sesleri duyulur ve polisler bütün kıyafetleri kan içinde kalmış Aaron'un (Edward Norton) peşine düşer. Sonunda çaresizlikten ve masumiyetten yıkılan çocuğu yakalarlar. Bütün işaretler çocuğun katil olduğu üzerinedir. Deneyimli avukat Martin Vail, çocuğu kurtarmak için gönüllü olarak avukatı olur.

Sonrasını anlatmayacağım ama bu filmi seyredince son günlerin popüler dizisi The Night Of, The Identity, Fight Club gibi filmlerin bu filmden esinlenmiş olduğunu rahatlıkla anlayacaksınız.

Son günlerdeki ünlü seri katil Atalay davasında da bu filme atıfta bulunulmuş. Katilin filmdeki taktiği uyguladığı iddia edilmişti.

Filmden 2 replik:

"Belli bir süre zarfında, hiç kimse, yalnızken bir yüz, kalabalıkta başka bir yüz takınamaz. Çünkü sonunda kendisi de gerçek olanı karıştırır."

"Belki hata yaptım ama yanlışım yok."