25 Kasım 2015 Çarşamba

The Machinist

Mütevazi bir film olsun,
beynime yavaş yavaş işlesin,
ve küçük çekiç darbelerinin ardından büyük bir balyoz insin.

Bu film bir insanın vicdanıyla olan konuşmaları diyebiliriz. İnanılmaz bir kurgusu ve akışı var. Bazıları bu filmin Memento ile Fight Club karışımı olduğunu iddia ediyor belki içine biraz da Imsomnia katmak lazım.

Ancak hangi filme benzetirsek benzetelim özgünlüğünü kıyaslayamayacağımız bir film.

Film Kahramanımız Reznik'in sessiz bir gecede, bir cesedi denize yuvarlama sahnesiyle başlıyor. (Görüntü yönetmeni muhteşem bu arada.) Tam o sırada arkasında bir ışık beliriyor ve tok bir ses duyuluyor. Bu sahne çok çok önemli bir sahne, kenara not etmeniz gerekir şaşırmak için ve şaşırdıktan sonra rahatlamak için.

Reznik, yalnız yaşayan ve bir fabrikada çalışan makine operatörü. Gün geçtikçe kilo vermekte ve hiç uyuyamamakta. (Christian Bale, bu film için Guinness Rekorlar kitabına girecek kadar kilo vermiş, adeta döktürüyor diyebiliriz)

O kadar acınacak bir duruma düşüyor ki sinema tarihinin, filmi tamamen seyrettikten sonra anlayabileceğiniz efsane repliği dönüyor bir arkadaşı tarafından:



Stevie: Are you okay?
Trevor Reznik: Don’t I look okay?
Stevie: If you were any thinner, you wouldn’t exist.
– İyi misin ?
+ İyi görünmüyor muyum ?
– Biraz daha zayıf olsan yok olacaksın.

Buradaki yokoluşun çok çok derin bir anlamı var. Senaryoyu yazan Suç ve Ceza'daki Raskolnikov'u anlatan Dostoyevski'den çok etkilenmiş bence. Ve bu çok da iyi olmuş.

Reznik, 1 yıldır uyuyamamaktadır. Sürekli gittiği bir hayat kadını, her gece en erken 01:30'da gittiği şehir dışında havaalanı içindeki bir kafe, evi ve işyeri arasında geçen, insanın içine işleyen bir iç sıkkınlığı devinimi var.

Yaptığınız bir anlık bir hata, hayatınızı alt üst eder.

Daha fazla detay anlatmayayım, sihrini kaçırmamak için...

17 Kasım 2015 Salı

Rüya



Güzeldi.
Hayır sadece güzel değildi.
Çok güzeldi.
Kimse ondan daha güzel olamazdı.
Kimse ondan daha güzel gülemezdi.
Her gün işe gitmek için döndüğü köşeden
Gökyüzüne yükseldiğini düşünürdünüz.
Bizzat şahit olup dilleri tutulanlar vardı çantasını açtığında etrafa binlerce gül saçıldığına dair.
2 gün şehrin bütün çöpçüleri zar zor temizlemişti gülleri
Yakıcı güneş sıcağından korumak için ağaçlar üzerine dallarını gererdi.
Mahallenin bütün kedileri o köşeyi dönünceye kadar onu takip ederdi.
Ama onu kim gördüyse o köşeye kadar görmüştü
Sonrasında gerçekten yıldızların arasında zaman geçiriyordu belki kimbilir.

Yine kimse görmezdi evine nasıl geri döndüğünü,
Yemek yerken ya da su içerken.
Rüya gibi bir kadındı o, güldüğünde güneş bile gülerdi.

Bir gün o rüya kadın salınarak yine o köşeden döndü,
Bir daha da gören olmadı.
Rüya bitmişti.

16 Kasım 2015 Pazartesi

Yerdeniz Serisi-3 En Uzak Sahil

Serinin 3. kitabı aslında bir dünyayı kurtarma operasyonu diyebiliriz. İlk kitabımızda büyücüler okuluna giden ve buradan olaylı biçimde ayrılarak hayatına devam etmişti hatırlarsanız. İşte bu kitapta artık büyücüler okuluna geri dönmüş ve hatta başbüyücü olmuş olduğunu görüyoruz.

Ejderhaların Efendisi olarak oldukça saygın bir yeri olan Başbüyücümüze günün birinde çok uzak diyarlardan birinden genç bir prens çıkagelir ve ülkesinde artık büyü ve büyücülüğün tükendiğini, işlerin oldukça ters gittiğini haber verir.

Yüzlerce adalardan oluşan Yerdeniz'deki birçok ülkeden de bu tip haberler gelmeye başlar. Bu sorunun kaynağını bulup yoketmek üzere Başbüyücü yola çıkar ve yanına da bu genç Prens'i alır.

Prens'le birlikte kılık değiştirerek birçok ülkeye sorunun kaynağını bulmak ve yoketmek üzere uğrar. İnsanların büyü ve büyücülüğün sona ermesiyle işlerinin gitgide bozulduğunu, yaşayan ölülere döndüğünü farkederler.

Ejderhalarla, büyülerle, sonsuz yaşam vaadiyle kandırılan insanlarla yoğrulmuş; oldukça hareketli bir konusu var kitabın. Ve kitabın genç Prens üzerindeki değişimlerle anlattığı bir tema da var:

"Çocuk yalnızca ölümün var olduğunu değil -çocuklar ölümün olduğunu, öleceğini anladığı anda, çocukluk biter ve yeni hayat başlar. Bu da büyümedir, ama daha geniş bir bağlamda."

13 Kasım 2015 Cuma

Mavi

















Zamanla elime bulaşan yapışkan yalnızlığın,
Gözlerime yakışan hüznümle denk,
Ufkabakan şarkılarda sarılmayı unutmuş başıboş iki sevgiliydik biz.
Rakı kadehimizde, hep mavi balıklar yüzerdi
Denizimiz mavimizdi, gökyüzümüz gözlerimiz.
Son güneş battıktan sonra ne denizim kaldı, ne balıklar, ne gökyüzü
Mavi, ayaklarıma bağlanmış bir ağırlık denizin dibinde...

11 Kasım 2015 Çarşamba

Engereğin Gözü

Osmanlı'nın değişik bir yüzünü, o dehşet veren yüzünü bu kitapta bir zenci Harem Ağası'nın ağzından dinliyoruz.

Tahta geçen abisinin talimatıyla bütün kardeşleri boğdurulan ve kendi de her an boğdurulacak diye bekleyen yarım akıllı bir şehzade, bir gün Padişah olur.

Padişah oluncaya kadar öldürülmeyi beklediği için yarı deli, kadınlara ilgi göstermeyen yarı ölü bir insan üzerine kurulmuş bir hikaye.

Onu boğulmaktan kurtaran annesi onun hiçbir kadına bağlanmasını istememektedir. Ama birgün Padişah'a bir şeyler olur ve sürekli kadınlarla birlikte olmaya başlar ve daha da ilginci imparatorluğun en şişman kadınını bulmalarını ve haremine katmalarını emreder. Ve Padişah'ın gözü bu dağ gibi şişman kadından başkasını görmez olur. Onun bu haline ve sapkınlığına kızan annesi onu gözden çıkarıp 7 yaşındaki torununu yani Padişah'ın oğlunu tahta geçirip Padişahı sarayda bir yere kapattırıp, üzerine duvar ördürür.

Ona yemek götürme işi ise Harem Ağası'ndadır. Ve bu Harem ağası Padişah'ını taparcasına sevmektedir. Duvarlar arkasındaki konuşmaları ve duygu aktarımı yazarın müthiş üslubuyla ulaşıyor okuyucuya. Su gibi bir kitap. Bir günde rahatlıkla ve zevkle okuyabilirsiniz.

Sultan İbrahim'i anlattığı söylenilen kitabın başlangıcı da oldukça güzel:

Bir gün köye bir adam gelmiş, köylülere peygamber olduğunu söylemiş. Köylüler, "Biz sana inanmıyoruz" demişler, peygamber olduğuna inanmıyoruz, ispat et!" Adam, karşıdaki duvarı göstermiş, "Eğer bu duvar konuşur da benim peygamber olduğumu söylerse o zaman inanır mısınız?" diye sormuş, "İnanırız" demişler. Adam duvara dönmüş ve "Konuş ya duvar" demiş, "konuş ve benim peygamber olduğumu söyle." Bunun üzerine duvar dile gelmiş ve "Ey köylüler, bu adam peygamber değildir" demiş, "bu adam sizi aldatıyor, peygamber değil!"

Aslında yukarıdaki girişin anlattığı şey bazen gerçeklerin gerçeküstü biçimde haykırabilme eğiliminde olduğuna atıftır.

6 Kasım 2015 Cuma

Unutkan Adamın Hikayesi-1

Şapkasını kafasına iyice bastırıyordu yürürken rüzgar uçurmasın diye. Yağmur, tek tük damlalarını saçmaya başlamıştı gökgürültüleri eşliğinde. Bir eliyle paltosunun önünü tutuyor diğer eli şapkasında biraz öne eğilerek kalabalık sokakta yağmurdan kaçmaya çalışıyordu.

Hay aksi! Bir eksiklik vardı. Çantasını biraz önce keyifle camın kenarında oturduğu kafede unutmuştu. Cüzdanı da dahil bütün önemli eşyaları o çantadaydı. Cebini kontrol etti. Allah'tan cep telefonu cebindeydi. Ancak ne yazık ki üzerinde bir kuruş para yoktu.

Ne yapmalı ne etmeli çantanın başına bir şey gelmeden ona ulaşmalıydı. Eğer çantayı kaybederse yandığının resmiydi.

Bu unutkanlığı başına çok işler açmıştı küçüklüğünden beri. Okuldan her dönüşünde mutlaka çantasında bir eksiği oluyordu. Birgün çantasını bile okulda unutmuştu. Ve okulun ilk günlerinde sürekli hangi sınıfta olduğunu unutuyordu. Tek tek sınıflara girip arkadaşlarını bulduğunda sınıfın doğruluğunu anlıyordu.

Devam edecek....

3 Kasım 2015 Salı

Tek Başına Birçok Gölge


Ellerin üşür ya bazen; hava sıcak olsa da.
Şu an üşüyor ellerim.
Ama hava sıcak da değil.
Geceden üstünü açtığının sabahında
Sırtında hissettiğin tutukluğun ince sızısının rahatsızlığındayım.

Bazen gözüme ilişen güzel bir kız gibi hayat
Fazla göz göze gelemiyoruz ama bu kaçamak bakışmalar da yetiyor.

Çimenlere uzanıp gökyüzünü seyrettiğim bir sonbahar daha bitiyor.
Erken kararan akşamlar ve erken ıssızlaşan sokakların
Turuncu ışıklı; civalı sokak lambaları altında yalnız bir gölgeyim.

Ayak seslerim yürüdükçe çoğalıyor
Benimle birlikte yürüyen anılarım
Hayatımdaki tüm insanlar...
Benimle birlikte yürüyor
Ve gölgeler çoğalıyor önümde.

Herkesten çaldıklarımla
Soğuk kışın öncesinde
Üşüten bir rüzgarın önünde sallanan
Tek başına kalabalık ve tek başına birçok gölgeyim.

2 Kasım 2015 Pazartesi

Yerdeniz Serisi-2 Athuan Mezarları

Serinin ilk kitabına göre oldukça sıkıcı başlayan ve sonlara doğru hareketlenen bir konusu var. Çevik Atmaca'nın Athuan Mezarlarında bulunan Erreth Akbe'nin kayıp diğer yarısını bulmaya gidişinde karşılaştığı Tenar adlı kendini ilk Rahibe sanan bir genç kızla tanışmasını ve onunla özgürlüğe kaçışı anlatılıyor.

Athuan Mezarları, yer altındaki çoğu yerinde ışık yakmanın yasak odalarıyla, labirentleri ve içeri girecek hırsızları öldürmek üzere tasarlanmış karanlık güşlerin hakimiyeti altında bir yer. Aynı zamanda Tanrı krala karşı gelen suçlular da bu yeraltı odalarında kurban edilmek üzere bekletiliyor.

Yeraltındaki bu detaylar o kadar ayrıntıyla veriliyor ki gerçekten yerin altında sıkıştığınızı hissetmeniz işten bile değil. 5 yaşından itibaren İlk Yüksek Rahip olarak yetiştirilen Tenar, bütün kuralların dışına çıkarak yeraltı odalarında kapana sıkışmış olan Ged'i öldürmez ve öldürdüğünü söyleyerek cezası ölüm olan "yalan söyleme" suçunu işler. 

Kitabın ana teması geç bir kızın büyümesi yani cinsellik diyor kitabın arkasında ama bu cinsellik bence söylenemeyen bir aşk olarak daha iyi tanımlanabilirdi. Sonu yine bir sonraki kitaba hemen başlanılası biçimde bitti.


İki Şehrin Hikayesi

Fransız İhtilali zamanında Paris ve Londra şehirlerinde yaşanan birbiriyle bağlantılı bir hikaye aslında bu.

Ortada güzel bir Fransız kızımız var ve çok küçükken doktor babası bir derebeyi ailesinin köylü bir aileye yaptığı kötülüklere suskun kalmayıp da Bastil hapishanesine atılmasıyla tek başına kalır.

Aradan yıllar geçer kız büyümüştür ve yaşadığı Londra'dan Paris'e hapisten yeni çıkan babasını geri götürmeye gelir. Ve babasını geri götürür.

Ajan olarak suçlanan bir adamın mahkemesinde babasıyla ifade vererek tanışır ve idamdan kurtulan adamla evlenir. Ancak adamı idamdan kurtaran ve suçsuz çıkaran avukat da çoktan kıza aşık olmuştur.

İdamla suçlanan ve kurtulan Charles Darnay sonra istemeyerek de olsa memleketine geri dönmek zorunda kalır. Bu tam da Fransız İhtilali'nin en kanlı günlerine rast gelir.

Romanın bitmesine 100 sayfa kala sonunu tahmin edebiliyorsunuz. Fransa'da o dönem yaşanan vahşetin boyutlarını çok güzel anlatan bir kitap. Suçsuz yere birçok insanın da o hengamede Giyotine kurban gittiği açık ve olanca detayıyla gözler önüne seriliyor.

Edebiyat tarihinde en iyi giriş cümlesine sahip kitaplardan biri ve o muhteşem başlangıç:

"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana - sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi."