30 Ocak 2017 Pazartesi

Ben Masumum Diyen Mata Hari'nin Mektuplaşması

150 sayfalık oldukça akıcı bir kitap. Ancak bu kitabın gerçekliğinden o kadar da emin olamadım. Mata Hari sütten çıkmış ak kaşık gibi maşallah.

Kitap, Mata Hari'nin idam mangası tarafından ajanlık suçlamasıyla kurşuna dizilmesi sahnesiyle başlıyor. Ardından avukatıyla olan yazışmaları başlıyor.

Mata Hari'nin hayattan soğuması zengin bir komutanla evlenmesiyle kabusa dönüyor. Uzak Doğu'ya eşiyle birlikte gidiyor ve eşinin kıskançlığından evinden bile çıkamıyor. Bu arada eşi uzak doğulu kadınlarla da dilediğince birlikte oluyor. Hatta bu kadınlardan biri çocuklarından birini öldürüyor ve diğer malikane çalışanları tarafından da bu kadın öldürülüyor. O devirlerde uzak doğuda süregelen bu kanunsuzluğu da biraz abartılı buldum.

Mata Hari, bütün bu yaşananlardan sonra eşini bırakıp memleketi Hollanda'ya gitmek istiyor. Eşi ise alelacele izin alarak onunla birlikte Hollanda'ya geliyor. Ama Mata Hari için yeni bir hayat başlamıştır. Vücuduyla ve erkeklerin zaaflarıyla neler yapabileceğinin farkına varmıştır. Büyükelçilik'teki bir adam sayesinde Paris'e kaçar. Burada ustası olduğu dans gösterilerine başlar ama bu dans o zamana kadar fazlaca bilinmeyen Burleks'e benzemektedir.

Birçok önemli düzeyde erkekle olan ilişkisinden dolayı Almanya casusluk yapması için ona yüklü miktarda bir para verir. Ardından casusluk yapması gereken Fransa ona casusluk önerir.

Söylediklerine bakılırsa Mata Hari, hiç de öyle önemli bilgilere ulaşamamış zaten casus olmayan bir dansçıdır. Tek suçu özgür bir kadın olmasıdır.

Çiçekler hiçbir şeyin kalıcı olmadığını öğretir bize;ne güzellikleri kalıcıdır ne de solgunlukları; çünkü sonradan yeni tohumlar verirler.Mutluyken de üzgünken de hatırla bunu.Her şey geçip gider,yaşlanır,ölür ve yeniden doğar.
Aşk bir zehirdir.İnsan aşık olduğu anda hayatının dizginlerini kaptırır,varlığı tehdit altındadır artık; çünkü gönlü ve aklı bir başkasının olur.

En uzun ağaçlar dahi böyle küçük tohumlardan çıkar.Bunu unutma ve hayatta aceleci davranma.

Bu aşk için var gücümle mücadele ettim ama bugün gücüm tükendi. Yüreğimi ezen taş koskoca bir kayaya dönüştü ve artık kalbimin atmasına izin vermiyor. Yüreğim son nefesinde , içinde bulunduğumuzun ötesinde,boş günlerimi ve gecelerimi dolduracak bir erkeğin dostluğu için yalvarmam gerekmeyeceği başka dünyaların da olduğunu söyledi bana.

Yarım Kalmış Bir Kitap: Mahur Beste

Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.

Bu romanın aslında bir kahramanı yok. Birden fazla kahramanı olan okuyucuyu şaşırtan bir roman.

Behçet Bey, silik bir tip babası bile bu kadar silik ve duruşu olmaması nedeniyle onu pek sevmemektedir. Ancak kendini evlerinin çatı katında kitap ciltleme ve saat tamiri konusunda oldukça geliştirmiştir. Bununla birlikte hiçbir kayırma olmadan sarayda kendine bir iş bulabilmiş, çalışma azmiyle oldukça hızlı bir biçimde yükselmeyi başarmıştır. 

Behçet'in hayatı ailecek tanıdıkları bir ailenin güzel kızlarından Atiye'nin Şehzade tarafından beğenilmesiyle değişecektir. Şehzade'nin Atiye ile evlenmesine karşı olan Padişah, Atiye'nin Behçet ile evlendirilmesini emreder. Bu aşamadan sonra evlilikleri, Atiye'nin babası ve eniştesi üzerine yoğunlaşan kitap Behçet'i adeta unutuyor.

Sanki yarım kalmış bir kitap Mahur Beste. Başladığı kısmı bitirmeden hevesinizi kursağınızda bırakıyor. Çok orjinal karakterlerin renklendirdiği hoş bir eser.

Çünkü Mahur Beste küçük ve kısa şeklinde insanın tenine yapışan o acı çığlıklardan biriydi. Eserin kendi macerası da garipti. Talat Bey'in karısı Nurhayat Hanım Mısırlı bir binbaşı ile sevişerek kaçınca Mevlevi muhibbi olan Talat Bey bu eseri yazmıştı. Hakikatta tam bir fasıl yapmak istiyordu. Fakat tam o esnada Mısır'dan gelen bir dostu Nurhayat Hanım'ın ölümünü haber vermişti. Daha sonra ise bu ölümün eserin bittiği geceye tesadüf ettiğini öğrenmişti. Mümtaz'a göre Mahur Beste Dede'nin bazı beste ve semaileri gibi, Tab'i Efendi'nin bayati yürük semaisi gibi hususi yürüyüşü olan, insanı büyük manasında kaderle karşılaştıran bir parçaydı.

Antikacı dükkanlarında, üzerinde mazinin, yaşanmış zamanın izlerini taşıyan ve bu izlerle güzelliği, değeri artan, hülasa zaman ve insan tecrübesini kutsi bir büyü gibi kendi varlıklarında taşıyan bir yığın eşya vardı.

27 Ocak 2017 Cuma

Karamsarlık ve Sonrasızlık Başyapıtı: Bulantı

Hayattaki amacını sorgulayan ve bulamayan bir adamın hikayesi/günlüğü.

30 yaşındaki Antoine Roquentin Paris'ten uzakta küçük bir deniz şehrinde Marquis de Rellebon ile ilgili tarih araştırması yapmaktadır.

Etrafında fazla insan yoktur. Konuştuğu görüştüğü çok çok az insan vardır. Yalnızlığı bütün hücrelerinde hissetmekte ancak kurtulamamaktadır.


Günün birinde 5-6 senedir görmediği eski sevgilisinden bir mektup alır. Onu Paris'e bir otele çağırmaktadır.

Belirtilen gün ve saatte Antoine oraya gider. Ancak eski sevgilisi onu aslında yaşamıyla ilgili ilerlemeleri ve yaşadığı şaşaalı hayatı anlatmak için çağırmıştır. Bu bardağı taşıran son damladır. Paris'ten yaşadaığı şehre geri döner ve burayı terk eder.
Ağır, insanın içine bir ağırlık çökerten bir havası var. Bu kitapla birlikte yazar Varoluışçuluk akımını başlatmış, sonraki kitaplarında da devam ettirmiştir.

Varoluışçuluk akımı, kişinin bireyselliğini ve yalnızlığını gözler önüne en net seren akımlardan biri. Ve bunun duyumsanmasının insanda zaman zaman yarattığı "bulantı" bu kitaba adını veriyor.


İki kent arasındayım, biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor.
Bir şey , sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez , ona anlam veren ölümdür yalnız.
Saat üç. Bir şey yapmak isterseniz, bu saat ya çok geç ya çok erkendir.
Anılar şeytanın kesesindeki altın sikkelere benziyor: keseyi açtığında bir de bakıyorsun, altın değil, ölü yapraklar var içinde.

Benim bildiğim nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koyarız. Onlar sadece yararlıdır. Oysa bana dokunuyorlar… Geçen gece deniz kıyısında, çakıl taşını elime aldığım zaman ne duyduğumu şimdi daha iyi anlıyorum. İçim bayılır gibi olmuştu. Bu duygunun çakıl taşından geldiğinden kuşkum yok… ellerde duyulan bir çeşit bulantı bu.

“Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.”

Düşüncem, ben'den başka bir şey değil. Bu yüzden duramıyorum. Düşündüğüm ile varoluşmaktayım. Oysa düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Şu anda bili (korkunç bir şey) varoluşmaktaysam, bu, varoluşmaktan ürküntü duymamdan ötürüdür. Özlediğim hiçlikten kendimi çekip alan benim. Nefret ya da varoluşmak tiksintisi, kendimi varoluşturma, varoluşun içinde oturtma biçimlerinden başka bir şey değil.

Yalnızım. İnsanların çoğu evlerine gitti; radyo dinleyerek akşam gazetelerini okuyorlar.Sona eren pazar günü, ağızlarında bir kül tadı bırakmıştır.Daha şimdiden pazartesiyi düşünüyorlar.Ama benim için ne pazartesi ne de pazar var.Günler ite kaka sürüyor birbirlerini, sonra ansızın bunun gibi bir parıltı ortaya çıkıyor.
Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum...


24 Ocak 2017 Salı

Arkeoloji ve Cinayetler: Patasana

Bu Ahmet Ümit'in okuduğum 2. kitabı. Bir Ses Böler Geceyi kitabında da bu kitabında da kitapta yer alan karakterlerin önemli bir bölümünün hayatlarından detaylara oldukça fazla giren bir tarzı var. İşin doğrusu olayların gidişi 2 kitapta da oldukça yavaştı.

Bu kitapta yazar doğduğu yerde geçen bir hikaye kurgulamış. Gaziantep'in sıcağında yüzyıllarca önce saray yazmanlığı yapmış Patasana'nın itiraflarından oluşan 24 tabletin arkeologlar tarafından bulunmasıyla köy yerinde cinayetler başlar.

Sonradan bu cinayetlerin 70 küsur yıl önce Ermeni olayları zamanında işlenmiş olan cinayetlerin benzeri olduğu ortaya çıkar.

Kurgu güzel ama işleyiş oldukça yavaş ve katilin ortaya çıkışı pek gerçekçi bir sahneyle anlatılmamış bana göre. Yine bulunan tabletlerde yazılan itirafların çok çok kurgu olduğu anlaşılıyor.

Kitapta PKK, Ermeni göçü sırasında yaşanan olaylar, köylerde insanların hala bazı olayları batıl inançlara bağlaması tuhaf bir yüzeysellikle anlatılmış. Bu kadar çok konunun aynı kitabın içinde yer alması zaten kafaları karıştırıyor.

Birçok arkadaşımdan yazarın en iyi kitabı olarak anlatılıyor. Zaten yazarın dili açık ve akıcı; o konuda hiçbir sıkıntı yok. Biraz daha gaza basılmış olsaydı olay kurgusunda çok çok daha güzel bir kitap olabilirdi.

"Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım. Tanrıların korkak haline getirdiği bir alçak. Alçakların en acınacak olanı, en tiksinti vereni. Yüreğini dalkavukluk, aklını düşmanlıkla besleyen sinsi bir saray yazmanı. Bedenine sinmiş soylu nefretini, görkemli giysilerin yüzündeki derin acıyı, tunçtan daha katı bir mutluluk maskesinin ardına gizleyerek Hatti kralının emrine koşan ikiyüzlü bir tören adamı. Sevdiği kadın, aşkı uğruna ölürken, kralına bağlılığın vakarıyla ellerini göğsünde kavuşturarak sessiz kalmayı seçen, yeryüzünün en onursuz erkeği. Erkeklerin yüz karası. Aşkı için ölmenin yüceliği yerine, sarayın taş duvarlarında büyüyen kendi değersiz varlığının görkemli gölgesine sığınmaktan çekinmeyen, sefihlerin en rezili. Ben ölüler içinde yüzen, ben, tanrılar tarafından alnına, 'Sonsuza kadar acılar içinde kıvranacaktır,' yazılan Saray Başyazmanı Patasana."

Kızmıştım, doğru ama senden vazgeçebileceğimi nasıl düşünürsün? Yağmur yağmadığı için toprak buluttan vazgeçebilir mi?

12 Ocak 2017 Perşembe

Uzun ve karmaşık bir gizli örgütler lügati- Foucault Sarkacı

Bu kitap neden bu kadar önemli? Bu kitap neden bu kadar cesur kabul ediliyor?

Kısaca anlatayım:

Kitabın içeriğiyle ilgili aslında fazla detaylara girmediği adamakıllı 1-2 olayın kısaca üzerinden geçtiğini görüyoruz. Hatta dönemine göre oldukça cesurca yazmış olduğunu düşündüğüm ayin sahnesinin gerçek mi hayal mi olduğunu bir türlü anlayamayan kahramanımız beni hayal kırıklığına uğrattı.

Kitapta bilim-büyü ve kabala ile ilgili daha fazla bilgi beklerdim ama maalesef bu konuda da çok genel geçer ve kesin olmayan bazı bilgiler var.

Kitap bugün çıkmış olsaydı inanın kimse yüzüne bakmazdı. Çünkü artık herkesin neredeyse bu kitapta yazanlardan daha fazla bilgisi var.

Kitap toplam 910 sayfa. 857. Sayfasında aslında roman bitiyor. Yaklaşık 55 sayfa dipnotlardan ve açıklamalardan oluşuyor. Zaten bu açıklama ve dipnot bolluğundan dolayı 2 kitap ayracı ile okudum.

Kitaptan beklentim Tapınak şövalyelerine kadar uzanan gizli ayinleriyle ve faaliyetleriyle bilinmeyen örgütleri sadece isimlerini açıklayarak yazmasının yerine içlerinde en büyükleri olan Mason-İlluminati ve Tapınak Şövalyeleri arasındaki organik bağın, ve bu gizli örgütlerin gerçek güçlerinin ve kimlerden oluştuğunun detaylarına girmesiydi.

Bunun dışında ayinlerinde gerçekten neler olduğunu da anlatabilseydi muazzam bir eser olacaktı. Yazıldığı döneme göre yine de cesur bir kitap diyebiliriz.

Dünyanın sonundan çok şey beklemeyin...

Aptal gibi davranırsan,sonsuza kadar gizemli olursun.

"Ne zaman bir ozan,bir vaiz,bir şef yada büyücü ağzından anlamsız homurtular çıkarsa, insanlık 
onların bildirisini çözmek için yüzyıllar harcar"

Gerçeklik düşten daha iyidir. Bir şey gerçekse gerçektir,senin yapabileceğin hiçbir şey yoktur.