İki gündür Güneş şehrin tepesinde, kırmızı kiremitlere işlemekte, ter ve kükürt kokusuna benzer bir koku karışımı sokakları yürünmez hale getiriyordu. Ne insanlar isteyerek yaşıyor ne de çocuklar oyun oynuyordu. Ağaçların yeşili bile sarıya çalan yeni bir dünya düzeni başlamıştı. Aşklar bitik, şiirler ölü filmler senaryosuzdu.
Gökyüzü gri bulutlarla kapanmaya başladı. Günlerce, aylarca yağmur yağdı.
Ve yağmur herşeyi temizleyerek Dünya tekrar kirlenene kadar dinlenmeye çekildi.
27 Mayıs 2015 Çarşamba
25 Mayıs 2015 Pazartesi
The Game
1997 yapımı güzel bir filmi önereceğim size. Cumartesi günü 18 sene sonra 2. kez seyrettim. Tabii ilk seyredişim sinemadaydı.
İlk seyrettiğimde sanki daha hızlı ve çok daha fazla aksiyon dolu gibi gelmişti ama bu sefer son yıllardaki aksiyon filmlerindeki hıza alıştığımdan mı bilmiyorum biraz daha durağan geldi.
Filmin ana teması aslında çok basit ama gerçekten güzel mesajlar veriyor. Herşeye sahip olduğunu düşünen ama aslında çok az şeye sahip olan çok zengin bir adama verilen müthiş bir ders.
Film repliklerinde güzel bir İncil alıntısı da var: «O'nun günahkâr olup olmadığını bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, kördüm, şimdi görüyorum.»
Kahramanımız, çocukken babasının intiharına şahit olmuş. Oldukça zengin ve her istediğini elde eden, huysuz, geçimsiz bir adam. Eşinden de ayrıldığı için kocaman bir evde yalnız yaşamakta. Sorunlu bir gençlik geçiren bir de kardeşi var. Ama seyrek olarak görüşüyorlar.
Ve doğumgünü yaklaştığında film kopuyor. Herşeyi olan bir adama ne hediye edebilirsiniz? Kahramanımızın kardeşi o hediyeyi bir akşam yemeğinde abisine veriyor. Ardından olaylar başlıyor.
Film nasıl bitiyor hiç değinmeyeceğim çünkü standart dışı bir film bu. Herşeyi olduğunu düşünen ama çok az şeye sahip bir adamın gözlerinin açılması...
İlk seyrettiğimde sanki daha hızlı ve çok daha fazla aksiyon dolu gibi gelmişti ama bu sefer son yıllardaki aksiyon filmlerindeki hıza alıştığımdan mı bilmiyorum biraz daha durağan geldi.
Filmin ana teması aslında çok basit ama gerçekten güzel mesajlar veriyor. Herşeye sahip olduğunu düşünen ama aslında çok az şeye sahip olan çok zengin bir adama verilen müthiş bir ders.
Film repliklerinde güzel bir İncil alıntısı da var: «O'nun günahkâr olup olmadığını bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, kördüm, şimdi görüyorum.»
Kahramanımız, çocukken babasının intiharına şahit olmuş. Oldukça zengin ve her istediğini elde eden, huysuz, geçimsiz bir adam. Eşinden de ayrıldığı için kocaman bir evde yalnız yaşamakta. Sorunlu bir gençlik geçiren bir de kardeşi var. Ama seyrek olarak görüşüyorlar.
Ve doğumgünü yaklaştığında film kopuyor. Herşeyi olan bir adama ne hediye edebilirsiniz? Kahramanımızın kardeşi o hediyeyi bir akşam yemeğinde abisine veriyor. Ardından olaylar başlıyor.
Film nasıl bitiyor hiç değinmeyeceğim çünkü standart dışı bir film bu. Herşeyi olduğunu düşünen ama çok az şeye sahip bir adamın gözlerinin açılması...
22 Mayıs 2015 Cuma
Fırtınalar ve yağmurlar artık uzak
Havalar ısınmaya başladığında benim mevsimim biter ve sıcak, terli, yarı çıplak bir mevsim başlar. Sevdiğim fırtınalar ve yağmurlar artık uzaktır.
Küçükken soğuk kış günlerinde tabureye oturup kurnayı doldurarak, duşu açmadan maşrabayla yıkanırdım. Turuncu ve ayakları suyun kirecinden beyazlamış o tabure artık yok evde. Sanırım geçen sene annem artık eskidi diye çöpe attı. Banyo öylesine buhar olurdu ki sisli havada denizin ortasında yalnız kalmış bir gemi hissederdim kendimi.
Gözlerimi kapatıp o buharların arasında cehennemin de böyle bir yere benzeyip benzemediğini düşünürdüm. Hala sıcak suyun altında gözlerimi kapadığımda bu küçüklük anıları canlanır gözümün önünde.
Ara sıra banyo kapısının boyası kalkmış yerlerinde oluşmuş gelişigüzel bir şekil gözüme ilişir gün batımında gökyüzüne doğru havalanan bir uçağa benzetirdim. Yıllar sonra tekrar baktığımda hala o uçağı hayal edebiliyorum banyo kapısında. Küçücük ellerimle yanaklarımı tutup gelecekte ne yapacağımı hayal eder dururdum.
Çok zaman geçti ve değişmeyen tek şey zamanın akış hızı. Bir mozaik gibi renkli kişiliğimi oluşturan küçüklüğümün, masumiyetimin kayboluşu bir film şeridi gibi önümden geçmekte.
Küçükken soğuk kış günlerinde tabureye oturup kurnayı doldurarak, duşu açmadan maşrabayla yıkanırdım. Turuncu ve ayakları suyun kirecinden beyazlamış o tabure artık yok evde. Sanırım geçen sene annem artık eskidi diye çöpe attı. Banyo öylesine buhar olurdu ki sisli havada denizin ortasında yalnız kalmış bir gemi hissederdim kendimi.
Gözlerimi kapatıp o buharların arasında cehennemin de böyle bir yere benzeyip benzemediğini düşünürdüm. Hala sıcak suyun altında gözlerimi kapadığımda bu küçüklük anıları canlanır gözümün önünde.
Ara sıra banyo kapısının boyası kalkmış yerlerinde oluşmuş gelişigüzel bir şekil gözüme ilişir gün batımında gökyüzüne doğru havalanan bir uçağa benzetirdim. Yıllar sonra tekrar baktığımda hala o uçağı hayal edebiliyorum banyo kapısında. Küçücük ellerimle yanaklarımı tutup gelecekte ne yapacağımı hayal eder dururdum.
Çok zaman geçti ve değişmeyen tek şey zamanın akış hızı. Bir mozaik gibi renkli kişiliğimi oluşturan küçüklüğümün, masumiyetimin kayboluşu bir film şeridi gibi önümden geçmekte.
18 Mayıs 2015 Pazartesi
Hayatımın Filmi: Dream With The Fishes
Yalnız bir fareyi su dolu bir küvete koyarsan yaklaşık 15 dakika kadar hayatta kalmaya çalışır ve ardından ölüme teslim olur. Oysa ki 2 fare su dolu bir küvete konulduğunda 45 dakika birbirleriyle dayanışma içinde hayatta kalmaya çalışır.
Evet filmin ana konusu bu aslında. Biri günleri sayılı bir kan kanseri diğeri ise hayata küsmüş içine kapalı ve ölmek isteyen bir adam...
1997 yılında Alkazar ve Kadıköy As salonlarında oynamıştı sadece. Zaten bu salonlar seçilmiş ve diğer salonlarda oynamayan festival filmlerini gösterirdi o zamanlar. Bu tip filmler artık salonlarda gişe tasasıyla yer bulamıyor.
Başkahramanımız içine kapanık, elinde dürbün sürekli karşı binayı seyrediyor. O kadar çok seyrediyor ki birine platonik biçimde aşık ve sürekli fotoğraflarını çekiyor. Genç evli bir çifti de sürekli dikizliyor. Mutlu anlarını, kavgalarını vs vs. herşeylerini görüyor. Ve git gide yalnızlığını içinde daha fazla hissediyor.
Bir gün canına tak ediyor artık. Bir şişe viski alıp köprüden atlayacaktır. Tam atlamayı düşünürken yanına yaklaşan biri saatin kaç olduğunu sorar. Burası filmin kırılma noktasıdır. Çünkü saati soran adam röntgenlediği genç çiftin erkek olanıdır ve kan kanseridir. Bir insanın nasıl öldüğünü inanılmaz derecede merak etmektedir.
Bu kırılma noktasından sonra kahramanımız başka bir biçimde intihar etmeye ikna olur. Ve olaylar intiharıyla garip bir boyut kazanarak gelişir. Çok güzel film müzikleri var. O zamanlar Google olmadığı için arattıp kimler bunlar diyememiştim. Şimdi de o anın büyüsünü orada bırakmak için aramıyorum.
Hayatımın en güzel filmi olmasının nedeni ise herşeyin değişebileceği ve insanların ölüm karşısında en fazla ne kadar dayanabileceği konusunu işlemesi. Her saniyede binlerce insan ölüyor ama her saniyede yine binlerce insan doğuyor.
Bu bir kozadan çıkış hikayesi...
Evet filmin ana konusu bu aslında. Biri günleri sayılı bir kan kanseri diğeri ise hayata küsmüş içine kapalı ve ölmek isteyen bir adam...
1997 yılında Alkazar ve Kadıköy As salonlarında oynamıştı sadece. Zaten bu salonlar seçilmiş ve diğer salonlarda oynamayan festival filmlerini gösterirdi o zamanlar. Bu tip filmler artık salonlarda gişe tasasıyla yer bulamıyor.
Başkahramanımız içine kapanık, elinde dürbün sürekli karşı binayı seyrediyor. O kadar çok seyrediyor ki birine platonik biçimde aşık ve sürekli fotoğraflarını çekiyor. Genç evli bir çifti de sürekli dikizliyor. Mutlu anlarını, kavgalarını vs vs. herşeylerini görüyor. Ve git gide yalnızlığını içinde daha fazla hissediyor.
Bir gün canına tak ediyor artık. Bir şişe viski alıp köprüden atlayacaktır. Tam atlamayı düşünürken yanına yaklaşan biri saatin kaç olduğunu sorar. Burası filmin kırılma noktasıdır. Çünkü saati soran adam röntgenlediği genç çiftin erkek olanıdır ve kan kanseridir. Bir insanın nasıl öldüğünü inanılmaz derecede merak etmektedir.
Bu kırılma noktasından sonra kahramanımız başka bir biçimde intihar etmeye ikna olur. Ve olaylar intiharıyla garip bir boyut kazanarak gelişir. Çok güzel film müzikleri var. O zamanlar Google olmadığı için arattıp kimler bunlar diyememiştim. Şimdi de o anın büyüsünü orada bırakmak için aramıyorum.
Hayatımın en güzel filmi olmasının nedeni ise herşeyin değişebileceği ve insanların ölüm karşısında en fazla ne kadar dayanabileceği konusunu işlemesi. Her saniyede binlerce insan ölüyor ama her saniyede yine binlerce insan doğuyor.
Bu bir kozadan çıkış hikayesi...
8 Mayıs 2015 Cuma
Iron Sky
İşte yine kült bir film olmaya aday bilim kurgu-komedi tarzı tuhaf ötesi bir film. Ancak insanın konusunu duyar duymaz izleyesi geliyor.
Film 2018 yılında geçiyor. 1945 yılında savaşı kaybeden Naziler'in bir kısmı Ay'ın karanlık yüzüne sığınır ve burada teknolojilerini daha da geliştirip çok güçlü bir koloni haline gelirler. Tabii tamamen Ari ırka sahip Almanlar'dan oluşan bir koloni.
NASA'nın uzay aracı Ay'ın yüzeyine indiğinde Ay'a ayak basan 2 astronottan birini öldürüp diğerini de canlı ele geçirirler. Canlı ele geçirdikleri astronot zencidir ve kolonide bulunanların çoğu zenci insan görmemiştir. Filmin başkahramanlarından sarışın Alman ablamızın babası Naziler'in bilim adamıdır ve bu zenci astronota bir sıvı içirerek Albino yapar. :)
Sarışın ablamız, Albino olan zenci astronotumuz ve sarışın ablamızın sözlüsü Dünya'ya inip Amerikan Kadın Başkanı öldürmeye ve ardından Dünya'yı işgal etmeye karar verirler.
Film gerçekten abukluklarla dolu, Siyasilerle ve bazı ülkelerle gerçekten sağlam dalga geçiyor. 2016 yılında devamının da çekileceği söyleniyor.
Orjinal ve değişik bir film. Çok erkeksi bir film olduğunu da söylemekte fayda var. IMDB'de ortalama 6 puanda. Ama bu tip filmlere 1 bile verseler pek baz almamak gerekir.
Film 2018 yılında geçiyor. 1945 yılında savaşı kaybeden Naziler'in bir kısmı Ay'ın karanlık yüzüne sığınır ve burada teknolojilerini daha da geliştirip çok güçlü bir koloni haline gelirler. Tabii tamamen Ari ırka sahip Almanlar'dan oluşan bir koloni.
NASA'nın uzay aracı Ay'ın yüzeyine indiğinde Ay'a ayak basan 2 astronottan birini öldürüp diğerini de canlı ele geçirirler. Canlı ele geçirdikleri astronot zencidir ve kolonide bulunanların çoğu zenci insan görmemiştir. Filmin başkahramanlarından sarışın Alman ablamızın babası Naziler'in bilim adamıdır ve bu zenci astronota bir sıvı içirerek Albino yapar. :)
Sarışın ablamız, Albino olan zenci astronotumuz ve sarışın ablamızın sözlüsü Dünya'ya inip Amerikan Kadın Başkanı öldürmeye ve ardından Dünya'yı işgal etmeye karar verirler.
Film gerçekten abukluklarla dolu, Siyasilerle ve bazı ülkelerle gerçekten sağlam dalga geçiyor. 2016 yılında devamının da çekileceği söyleniyor.
Orjinal ve değişik bir film. Çok erkeksi bir film olduğunu da söylemekte fayda var. IMDB'de ortalama 6 puanda. Ama bu tip filmlere 1 bile verseler pek baz almamak gerekir.
4 Mayıs 2015 Pazartesi
Intacto
Seneler seneler önce seyrettiğim ve hatırladıkça ne güzel bir filmdi dediğim bir filmden bahsedeceğim kısaca.
Seyrettiğim en orjinal senaryoya sahip filmlerden biri. Aslında oldukça basit bir konu üzerinde çalışılmış: ŞANS.
Sadece şanslı insanların oynadıkları ve bazen yaralanmalarla ve ölümlerle sonuçlanan akıl dışı oyunların (kumar) arasında geçen sıradışı bir hikaye.
Bu oyunlardan örnekler verecek olursak: Gözü kapalı sık ağaçlı bir ormanda koşmak, yine gözü kapalı çok işlek bir otoyolda karşıdan karşıya geçmek ve zehirli bir arıyı (böceği herneyse) bal sürülmüş kafalara çekmek vs.
Bir de Yahudi soykırımından kurtulmuş Dünya'nın en şanslı adamı var. Ve bu adamın bir kumarhanesi var. Adamın odasına çıkan asansör sahnesi. Başroldeki adamın uçak kazasından kurtulma sahnesi, yine kahramanımızın dayak yedikten sonra arabadan atılma sahnesi muhteşem. Arabada çalan parçayı seneler sonra Shazam icat olduğunda bulabilmiştim. Las Palmeras...
İçinde aşk olmadan da müthiş bir film çekilebilirmiş dedirten bir film. Bitişi bile çok güzeldi.
Verdiği mesaj da bence mükemmel.
Kibrin sonunda başınıza neler gelebilir? En iyi benim dediğinizde daha iyisi karşınıza çıkar mı? Ya da çıktığında ne yaparsınız.
Görüntü yönetmeni de muaazzam bir iş çıkarmış bence. İçinde aşk yok ama aşk katılarak çekilmiş sanki.
Bence tartışmasız kült bir film.
Seyrettiğim en orjinal senaryoya sahip filmlerden biri. Aslında oldukça basit bir konu üzerinde çalışılmış: ŞANS.
Sadece şanslı insanların oynadıkları ve bazen yaralanmalarla ve ölümlerle sonuçlanan akıl dışı oyunların (kumar) arasında geçen sıradışı bir hikaye.
Bu oyunlardan örnekler verecek olursak: Gözü kapalı sık ağaçlı bir ormanda koşmak, yine gözü kapalı çok işlek bir otoyolda karşıdan karşıya geçmek ve zehirli bir arıyı (böceği herneyse) bal sürülmüş kafalara çekmek vs.
Bir de Yahudi soykırımından kurtulmuş Dünya'nın en şanslı adamı var. Ve bu adamın bir kumarhanesi var. Adamın odasına çıkan asansör sahnesi. Başroldeki adamın uçak kazasından kurtulma sahnesi, yine kahramanımızın dayak yedikten sonra arabadan atılma sahnesi muhteşem. Arabada çalan parçayı seneler sonra Shazam icat olduğunda bulabilmiştim. Las Palmeras...
İçinde aşk olmadan da müthiş bir film çekilebilirmiş dedirten bir film. Bitişi bile çok güzeldi.
Verdiği mesaj da bence mükemmel.
Kibrin sonunda başınıza neler gelebilir? En iyi benim dediğinizde daha iyisi karşınıza çıkar mı? Ya da çıktığında ne yaparsınız.
Görüntü yönetmeni de muaazzam bir iş çıkarmış bence. İçinde aşk yok ama aşk katılarak çekilmiş sanki.
Bence tartışmasız kült bir film.
2 Mayıs 2015 Cumartesi
Küçük Prens
Evet bu kitabı yeni okudum. Ve yeni okuduğum için de gerçekten kendi kendime hayıflandım.
Mükemmel bir kitap. Şeker Portakalını okuduysanız onun kadar hüzünlü duygu yüklü diyemem ama her sayfasında ayrı bir farklılık ayrı bir bakış açısı var.
Kitabın yazarı hızlı yaşayıp genç ölenlerden. O kadar hızlı yaşamış ki adam hem pilot hem de 2-3 kitap yazmış. Bir de 44 yaşında ölüvermiş.
Kitapta da kendi ağzından hikayeyi anlatıyor. Uçağıyla bir çöle mecburi iniş yapan bir pilot kendisi ve orada tesadüfen uzaydaki küçücük gezegeninden gelen Küçük Prens'le karşılaşır. Küçük Prens, ona Dünya'ya nasıl geldiğini, gelirken hangi gezegenlere, yıldızlara uğradığını, buralarda kimlere rast geldiğini anlatıyor.
Bugünün dünyasındaki insanları mizahi bir açıdan çocuk gözüyle anlatıyor. O kadar akıcı ve basit bir dille yazılmıştı. 2 okumada bitiverdi. Kitaptaki resimleri de yine yazar kendisi çizmiş.
Yetenekli adammış. Kitaptaki en güzel söz bence bu:
Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur. Söz gelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan ben saat üçte mutlu olmaya başlarım.
Mükemmel bir kitap. Şeker Portakalını okuduysanız onun kadar hüzünlü duygu yüklü diyemem ama her sayfasında ayrı bir farklılık ayrı bir bakış açısı var.
Kitabın yazarı hızlı yaşayıp genç ölenlerden. O kadar hızlı yaşamış ki adam hem pilot hem de 2-3 kitap yazmış. Bir de 44 yaşında ölüvermiş.
Kitapta da kendi ağzından hikayeyi anlatıyor. Uçağıyla bir çöle mecburi iniş yapan bir pilot kendisi ve orada tesadüfen uzaydaki küçücük gezegeninden gelen Küçük Prens'le karşılaşır. Küçük Prens, ona Dünya'ya nasıl geldiğini, gelirken hangi gezegenlere, yıldızlara uğradığını, buralarda kimlere rast geldiğini anlatıyor.
Bugünün dünyasındaki insanları mizahi bir açıdan çocuk gözüyle anlatıyor. O kadar akıcı ve basit bir dille yazılmıştı. 2 okumada bitiverdi. Kitaptaki resimleri de yine yazar kendisi çizmiş.
Yetenekli adammış. Kitaptaki en güzel söz bence bu:
Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur. Söz gelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan ben saat üçte mutlu olmaya başlarım.
Phantom of The Opera
Aslında bu tip sanatsal faaliyetlerin biraz dışında kalmaktan rahatsızlık duyuyordum. 2 ay önce Romeo ve Giulietta ya gidip yarısında sıkılıp çıkınca müzikal maceram burada bitiyor diye düşünmüştüm ta ki Phantom of The Opera'ya hediye bilet gelinceye kadar.
İşin doğrusu yine yarısında çıkacağım bir müzikal olacağını düşünüyordum. Çok büyük bir yanılgıymış.
Şunu öncelikle söyleyebilirim ki Zorlu PSM sahnesi dışında başka bir sahnenin bu oyundaki teknolojiyi kaldırabileceğini düşünmüyorum. Müthiş bir perde, sahne, dekor, ışıklandırma çeşitliliği var.
Bu müzikalin en güzel yanlarından biri de enstrümanların sahnenin altında canlı bir orkestra tarafından çalınması. Tabii oyuncular da canlı söylüyor ve müthiş güzel sesleri var.
İsminden de anlaşılacağı gibi konu bir operadan ve bu operada yaşayan bir hayaletin genç ve güzel bir opera sanatçısına aşık olması üzerine.
Bu kadar basit bir konu olmasına rağmen o kadar güzel işlenmiş ki insan hayret edemeden duramıyor.
Sanat diye bir şey varsa budur. Net.
İşin doğrusu yine yarısında çıkacağım bir müzikal olacağını düşünüyordum. Çok büyük bir yanılgıymış.
Şunu öncelikle söyleyebilirim ki Zorlu PSM sahnesi dışında başka bir sahnenin bu oyundaki teknolojiyi kaldırabileceğini düşünmüyorum. Müthiş bir perde, sahne, dekor, ışıklandırma çeşitliliği var.
Bu müzikalin en güzel yanlarından biri de enstrümanların sahnenin altında canlı bir orkestra tarafından çalınması. Tabii oyuncular da canlı söylüyor ve müthiş güzel sesleri var.
İsminden de anlaşılacağı gibi konu bir operadan ve bu operada yaşayan bir hayaletin genç ve güzel bir opera sanatçısına aşık olması üzerine.
Bu kadar basit bir konu olmasına rağmen o kadar güzel işlenmiş ki insan hayret edemeden duramıyor.
Sanat diye bir şey varsa budur. Net.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)