Yüzyıllık Yalnızlık Gabriel Garcia Marquez
Öncelikle bu kitabın birçok kitaptan farklı olduğunu söylemem lazım. Bu kitabı farklı yapan ise yazarın hayal gücünü sapkınlığa varacak biçimde ifade edebilme yeteneği.
Kitabın en büyük handikapları dan biri her neslin aynı ya da benzer isimlere sahip olması. Bazı betimlemeler o kadar güzel ki kendinizi o anlatımın kucağına bırakabiliyor, bu sıralarda gülümsediğinizi fark ediyorsunuz.
Kitabın ilk yarısı muhteşem ama ikinci yarısının bir kısmı gerçekten de sıkıcı.
Kitabın içinde bilimum sapkınlıklar mevcut. Aile içinde bile kimin elinin kimin cebinde olduğu pek belli değil. Yazar bunları gayet akıcı ve normal bir olaylar zinciri halinde okuyucuya sunmuş.
Kitabı yarısında bırakmak bence en iyisi ama insan merak da etmiyor değil tabii.
Kitabın içinden bazı güzel alıntılar yaptım:
Keşif kolundakiler, çizmeleri buram buram tüten petrol gölcüklerine bastıkça, palaları kan kırmızı zambaklarla altın sarısı semenderleri doğradıkça, bu nemli ve sessiz cennette Adem'in günahından da eskilere giden anılarına kapıldılar.
Arcadio, melekler katına yükseliyormuş gibi oldu, yüreğini doldurup taşan sevgi dolu açık saçık sözler kızın kulaklarından girip ağzından çingene diliyle dökülmeye başladı.
Onca yıllık ölümden sonra dirilere duyulan hasret öylesine yoğun, iki çift laf etme özlemi öylesine büyük, ölümün içindeki öteki ölümün yakınlığı öylesine korkunçtu ki, Prudencio Aguilar sonunda can düşmanını sever olmuştu.
Aşkları artık ölüme terk edilmiş gibi, kimsenin umursamadığı soluğu tükenmiş bir sevdaydı artık.
Çok geçmeden marangoz tabut için ölçü alırken, pencereden baktıklarında, minicik sarı çiçeklerin yağmur gibi indiğini gördüler. Çiçekler bütün gece süren suskun bir sağanakla köyün üzerine yağdı. Bütün çatıları örttü, bütün kapıların önüne yığıldı ve dışarıda yatan bütün hayvanları soluksuz bırakıp öldürdü. Gökten öyle çok çiçek yağdı ki, sabahleyin sokaklar kalın halılar döşenmiş gibi oldu ve cenaze alayının geçebilmesi için çiçekleri küreyip atmak zorunda kaldılar.
25 Ocak 2015 Pazar
4 Ocak 2015 Pazar
İçimizdeki Şeytan
Kürk Mantolu Madonna'nın ardından yine hüzünlü biten bir Sabahattin Ali klasiği diyebiliriz.
Yine bir devlet dairesinde çalışan başkahramanımız var. Ömer, doğru düzgün eğitimini tamamlayamamış, ay sonunu zor getiren çevresindeki herkesten borç alan, kısaca günü yaşayan geleceği belli olmayan bir insan. Bir gün arkadaşı Nihat'la vapurda ilk görüşte aşık olduğu Macide ile tanışır.
Macide güzel ama hayatını zamanın akışına bırakmış bir kızdır. Geçmişte bir şey yaşamamış olsa da Balıkesir' deki eski müzik öğretmeni Bedir'le karşılaşması zamanın akışını etkileyecektir.
Müthiş tespitlerin yer aldığı roman içimizde yer alan kötülük eğiliminin ince bir tasviri gibi.
Kitapta ilgimi uyandıran birkaç cümle:
Fakat içimde öyle bir şeytan var ki... bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş... Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız...
İlkbahar gibi bir mevsimi olan bu dünya, üzerinde yaşanmaya değer... Ne olursa olsun..
Ben şuna inanıyorum ki, üç buçuk günlük ömrümüzü kendimize zehir etmemek için ne mazideki hayatımıza ve kaçırdığımız fırsatlara ne de istikbalin olmayacak hülyalarına kulak asmayarak bugünümüze hapsolup yaşamalıyız.
Ne olacağı, nereye varacağı malum olmayan hayatının artık bir mana almaya başladığını görüyordu. Bundan sonra kafası, üzerinde düşünülecek şeyler bulmakta güçlük çekmeyecek; hisleri, koparılmadan kuruyan meyveler gibi, içinde buruşup kalmayacaktı. Sabahları kalktığı zaman “Bugün de her gün gibi. Niçin uyandım?.. Niçin bana kendimi unutturan uykum sürüp gitmedi?” demeyecek, sokaklarda yürürken ayakları isteksiz şekilde kaldırımlarda sürüklenmeyecekti.
Bizler, her gördüğümüz fenalığın ve rezaletin bir parçasını ruhumuzda ebediyen beraber taşımaya mahkûm insanlar, onun yanında ne kadar zavallı ve küçük şeyleriz...
Sessizlik kulağında zonklamakta ve yalnızlık alnına ağır bir taş gibi çökerek kafasını yastığa gömmekteydi.
Yine bir devlet dairesinde çalışan başkahramanımız var. Ömer, doğru düzgün eğitimini tamamlayamamış, ay sonunu zor getiren çevresindeki herkesten borç alan, kısaca günü yaşayan geleceği belli olmayan bir insan. Bir gün arkadaşı Nihat'la vapurda ilk görüşte aşık olduğu Macide ile tanışır.
Macide güzel ama hayatını zamanın akışına bırakmış bir kızdır. Geçmişte bir şey yaşamamış olsa da Balıkesir' deki eski müzik öğretmeni Bedir'le karşılaşması zamanın akışını etkileyecektir.
Müthiş tespitlerin yer aldığı roman içimizde yer alan kötülük eğiliminin ince bir tasviri gibi.
Kitapta ilgimi uyandıran birkaç cümle:
Fakat içimde öyle bir şeytan var ki... bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş... Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız...
İlkbahar gibi bir mevsimi olan bu dünya, üzerinde yaşanmaya değer... Ne olursa olsun..
Ben şuna inanıyorum ki, üç buçuk günlük ömrümüzü kendimize zehir etmemek için ne mazideki hayatımıza ve kaçırdığımız fırsatlara ne de istikbalin olmayacak hülyalarına kulak asmayarak bugünümüze hapsolup yaşamalıyız.
Ne olacağı, nereye varacağı malum olmayan hayatının artık bir mana almaya başladığını görüyordu. Bundan sonra kafası, üzerinde düşünülecek şeyler bulmakta güçlük çekmeyecek; hisleri, koparılmadan kuruyan meyveler gibi, içinde buruşup kalmayacaktı. Sabahları kalktığı zaman “Bugün de her gün gibi. Niçin uyandım?.. Niçin bana kendimi unutturan uykum sürüp gitmedi?” demeyecek, sokaklarda yürürken ayakları isteksiz şekilde kaldırımlarda sürüklenmeyecekti.
Bizler, her gördüğümüz fenalığın ve rezaletin bir parçasını ruhumuzda ebediyen beraber taşımaya mahkûm insanlar, onun yanında ne kadar zavallı ve küçük şeyleriz...
Sessizlik kulağında zonklamakta ve yalnızlık alnına ağır bir taş gibi çökerek kafasını yastığa gömmekteydi.
3 Ocak 2015 Cumartesi
Kürk Mantolu Madonna
Kürk Mantolu Madonna, yazıldığı günün dilinde sadeleştirmeden bugüne kadar gelmiş enfes bir kitap. Kitabın ilk 45 sayfası roman kahramanı (anlatıcısı) ile çeviri işleri yapan iş arkadaşı Raif Bey arasında durağan geçen bir tanışma faslı gibi. Ama 45. Sayfadan sonra Raif Bey'in yazdığı eskiden yaşadığı büyük bir aşkı anlatan kısa hikaye faslına geçiş sizi bir kara deliğe girmişçesine romanın sonuna kadar sürükleyecek.
Raif Bey'in hikayesinin sonundaki çocukla karşılaşma sahnesi Fatih Akın'ın Yaşamın Kıyısında filminde anlatmaya çalıştığı tesadüflere değiniyor. Ama keşke Raif Bey hayata küsmeseydi. Bir insanın kendini nasıl zincirlere vurabileceğini, nasıl değişeceğini ve yaşayan bir ölü haline gelebileceğini çok net biçimde anlıyorsunuz bu kitapta.
Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri. Mutlaka okumalısınız.
Kitaptan birkaç alıntı:
İçimde ancak sarhoş olduğum zamanlar hissettiğim, müthiş bir yürümek ve koşmak arzusu vardı.
Kendimi bildim bileli, bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)