19 Kasım 2014 Çarşamba

Sahilde Yağmur

Akasya ve iğde ağaçlarının akşam serinliğini öpen kokuları arasında bir başıma sahilde geziniyorum. Bu yalnızlık aslında içimdeki kalabalıkla yaptığım kaçamaklardan biri. Çoğu şeyi erkenden tükettiğinde içinde yeni baştan, yeni baştan bir çocuk büyüyor. Ve onların her biriyle sessizliği dinlemek dünyanın en güzel kokularını ruhuna çekmek gibi ihtiyaçların oluyor.

Dalgaların sesini kaydediyorum, ciğerlerimi aşklarla dolduruyorum her seferinde bitirip bitirip yeniden başlattığım. Kısık sesle şarkımı tekrar eden bir çocuk gölgesi bırakıyorum ardımda yürürken. Gökyüzünün yıldızlarını seyre dalıyorum arada bir; geceyi kucaklıyorum ve o ayak seslerinde yalnızlığımı yitiriyorum. Yalnızlık, içindeki bütün seslerin sustuğu, yemyeşil bir ormanın içinde masmavi bir göl kıyısında kurbağa seslerini dinlemek gibi bir şey. İşte o an bütün seslerin içinde yankılandığını hissedersin. Ve bir anda son nefesini vereceğin anda bu sahneyi hiçbir zaman unutmayacağım dersin.

İnsanoğlu hem iyidir hem de kötü. Ne zaman ne yapacağını kestiremezsin. Ben de sıradan bir insanım ama kendini önemli ve farklı zanneden, öyle göstermek isteyen bir budalayım. Aynanın karşısında kendi gözlerinin içine baktığında; yaptığı kötülüklerden dolayı utanan bir insanım. Ölüm döşeğinde affedilirsem ne mutlu bana.

Yağmur bulutları havada toplanmaya başladı ne dolunay ne de yıldızlar görünüyor artık. Birkaç damla yağmur tanesi düştü üzerime, sahilin karanlığında kaçışan insanların son dökülen kırık sesleri duyuluyor.

Dönüş zamanı artık yalnızlığım. İnadına ıslanmanın bir alemi yok. Ne sen değişeceksin ne de ben.



Ölüm Kumarı-1




Bir kumar masasında oturmuşum. Elimde 4 kağıt var. Ortada yığınla paralar, pullar. Diğer 3 kişinin de elinde 4’er kağıt. Hiçbirimiz kimin elinde ne var bilmiyor. Ortada sigara dumanından aydınlığını yitirmiş bir lambanın yaydığı titrek bir ışık. Arada bir gidip geliyor. Tam karşımda siyah şapkalı siyahlar içinde bir adam. Sağ tarafımda kırmızılar içinde şeytansı bir kadın. Sol tarafımda göbekli, parmağında kocaman yüzüklü bir adam.

Loş mekanda karanlık yüzlü birçok insan var. Ara sıra bir kaç kadının  şuh kahkahalarıyla gürültüyü yırtmasını duyuyorum. Elimdeki kağıtları açmadan buradan nasıl çıkarımı düşünüyorum bir yandan. Ya onların elindeki kağıtlar benimkinden daha iyiyse? Bu masadan kaybederek canlı kalkmanın pek imkanı olmadığını biliyorum. Bu aynı zamanda sağımdaki kadın ve solumdaki şişman adam için de geçerli. Tam karşımda yüzünü göremediğim karanlık adamda bütün gizem.

Baharı Beklerken

Masasında oturmuş kalemi kırık bir adamım aslında. Sabır denilen şey yok birazcık bile.Hemen bir kalem bulmalıyım.Ama ne yazık ki kalmamış. Eski dostlarım gibi kaldı kalemlerim mazimde. Onları da çok sevmiştim. İşte sonuncusu da dayanamayıp kırılıverdi. Hayat hep eskitmeler, kırmalar, ayrılıklar üzerine aslında. Herşey sadece bir anlık yeni, sonra tozlanmaya başlıyor.Kolumdaki tıkırdayan saati ilk taktığım gün geldi aklıma. Birkaç günün sonunda o da artık yeni değildi.

Bulutlu bir hava, arada kar serpiştiriyor. Gerçekten de kasvetli havalarda insanlar daha bir kendisine kalıyor. Pencereden uzaklara dalarak bakmak bu işin ritüeli sanırım. Bazen havasına da olsa yaptığımı kabul etmeliyim. Kendimle dalga geçtiğimde kendimi daha da çok seviyorum. Aslında kendimle derdim yok o kadar. Ya aslında derdim yok. Milyonlarca insanın içinde bu konuda gerçekten şanslı olanlardan biriyim.

Biraz önce içtiğim çayın dayanılmaz kokusunu aldım yeniden. Bir daha içsem mi acaba. Yok yok zamanım yok o kadar. Ben en iyisi o çayı arkadaşımla buluştuğumda içeyim. İnsanın arkadaşlarının olması, onlara zaman ayırabilmesi ve konuşabilmesi gizlisiz saklısız gerçekten paha biçilemez bir şey. Saklandığında bazen bu gizlilik yükünü kaldıramayabiliyorsun.

Bu yazıyı yazarken de yazamadığım ne kadar çok şey var diye kendime hayıflanıyorum. Ama biraz da olsa gizleyebiliyorsam bir şeyleri; bu beni gerçekten mutlu ediyor. Gizem, içinde her zaman güzellikleri daha fazla barındırıyor bence.

Bu yazı karlı bir 15 Mart'ta yazıldı; baharı beklerken.

Mutlu Son

Bugun yazmak istiyorum. Herşeyi ama herşeyi yazmak istiyorum. Çimenlerde koşarcasına, Juliet’ime sarılırcasına, en sevdiğim dizinin en heyecanli yerinde bakan gözlerimi açarcasına... Kalbimin içinden geçenleri, aklımın içinden geçenlerle çarpıştırmak, gerçek ile hayali birbirine karıştırmak, manzaranın en güzel yerine gidip selam durmak istiyorum.

Elimde şapkamla gelmiş geçmiş bütün insanları, medeniyetleri, sanat eserlerini görmek, tozlu kitapların içinde ya bir hazine haritası ya da bir kara büyü bulmak istiyorum. Hazine için gerekli olan kürek ve kazma zaten hazır... İyice eskimis haritayı elime alarak, sırtımı büyük meşe ağacına verip 150 adım saymak ve ardından kocaman bir çukur açıncaya kadar kazmak istiyorum. Çukur ne kadar derin olursa hazinenin değeri de o kadar büyük olacak. Çünkü bu çukuru açmamin sebebi hazineyi bulmak değil hazinenin yanına bütün acılarımı ve kederimi gömeceğim...

Hazine işini hallettik sayılır. Kara büyü konusunu düşünmem gerekecek. Bu konuda fazla bilgim yok. Juliet’im bu konulari iyi bilir aslında. Ondan biraz bilgi almalıyım. Büyümün amacı hazineyi kimsenin bulamaması. Bulanın da lanetlenmesi üzerine...


Bütün işlerimi hallettikten sonra zorlu bir yolculuk başlayacak. Bu yolculuğu engelleyecek birçok güçle karşılaşacağım. En favori düşmanım ağzından ateş çıkaran ejderha olacak. Klasik aksiyon filmlerindeki gibi kılıcımla başını kesmek yerine gidip konuşmayı deneyeceğim. Gerçi konuştuğunda ağzından ateş çıkıp beni yakacağı için biraz uzaktan bağırarak anlaşmam gerekecek.

Yahu neden kimse konuşmaz bu ejderhalarla... Konuşunca bir şey yapmıyormuş demek ki. Bir de kahraman olmak için başını kesiyorlar hayvanın... Ne yazık...

Ahaaa... sırada kızgın sularıyla değişik bir bataklık var. Buradan ne bir gemiyle ne de yüzerek geçebilirim. Burada durup Anka kuşunu beklemeliyim. Çağırmak için ise eski savaşçıların kullandığı bir boru var yanımda. Süper bir şey...Keşke çocukken böyle bir oyuncağım olsaydı. Allah... Bu yeri göğü inleten kanat sesleri bu kuştan mı geliyor? Sanki havaalaninda Boeing bekliyorum.

Neyse, yukarısı soğukmuş ama bataklıkta yanmaktan iyidir. Bu kadar mıydı yani? 15 dakikada Kaf Dağı’na geliverdik. Ulen burası Uludağ kadar yakınmış. Niye kimse bilmiyor?  Evet şurada bir kulube var. Ağaçların arasında... Her yer karla kaplı ama hiç üşümüyorum. Şu kapıyı bir çalsam da sorsam ben nereye geldim bu masalda diye...

Tık, tık, tık....

Ve kapı açılır. Koskoca simsiyah gözleriyle Juliet bakmaktadır. Juliet mutluluğa açılan kapının başında Romeo’ya sarılır.



Ve mutlu sondur bu...