Ateşböceklerinin Mezarı
1988 yılında yapılmış oldukça güzel bir film. Hem grafikleri hem de müzikleri tam anlamıyla üzerinde uğraşılmış, emek verilmiş bir film olduğunu ortaya koyuyor.
Film 2.Dünya Savaşı Japonya'sında geçiyor. İki kardeş, babaları Japon donanmasında asker, anneleriyle yaşarken bir hava saldırısında evleriyle birlikte bütün şehir büyük bir yıkıma uğrar. Ve bu yıkımın ardından iki kardeşin hayatta kalma mücadelesi başlar.
Hüzünlü bir hikaye. Gerçekten insanın içine işliyor. Yokluğun ve kimsesizliğin oldukça iyi biçimde anlatıldığı müthiş bir film.
IMDB'de 8.5 puan verilmiş ortalamada.
3 Aralık 2014 Çarşamba
1 Aralık 2014 Pazartesi
Taxi Driver (1976)
Taxi Driver (1976)
Uzun süredir seyretmek istediğim bir filmdi. Sürekli Radyo Eksen'de repliklerini duyup duyup seyredeceğim eninde sonunda diyordum ve sonunda dün akşam seyredebildim.
Robert De Niro hiç görmediğim kadar genç bu filmde ama bence o rol için oldukça temiz kalmış. Kafasını kazıttıktan sonra bir nebze psikopat kıvamına gelmiş diyebilirim. Daha sonraları oynayacağı Cape Fear'da çok daha psikopat ve insanı rahatsız eden bir roldeydi. Aslında o deneyimini be filmde göstermiş olsaydı; çok daha kült bir film olabilirdi.
Judie Foster'a gelince henüz çocuk bir yaşta cesur bir rolde oynamış. O zamanlar güzelmiş de. :-) Genelde duygusuz bir oyuncu olarak görürüm ama bu filmde öyle bir izlenim yaratmadı.
Neyse, gelelim filme... Film 70'lerin ruhunu tamamen yansıtıyor diyebilirim. Travis (Rober De Niro) bildiğin kazma bir taksi şoförü, ailesi uzakta tek başına yaşıyor ve yalnızlık canına tak etmiş. Şehrin her köşesine Harlem'e bile yolcu alıyor korkmadan. Sonra bir seçim kampanyasında çalışan Betsy'e ilgi duyuyor, uzun süre takip ettikten sonra cesaretini toplayıp gidiyor ve konuşuyor kızla. Birlikte kahve içmeye gidiyorlar. Buraya kadar herşey iyi ama kızı sinemaya davet edip de porno filmler gösteren bir sinemaya girdiklerinde film kopuyor. Betsy, Travis'i terkediyor. Travis ne yapsa ne etse Betsy onunla konuşmuyor bir daha.
Yalnızlık iyice canına tak edince yasa dışı yollardan 4-5 tane tabanca alıyor ve şehrin pisliklerinin karşısında korkusuzca duracağım diyor. Ve film bir süre sonra bitiyor zaten.
Güzel replikleri olan sıcak bir film diyebilirim. Sonu da güzel bitiyor bence.
Filmden bir replik:
Uzun süredir seyretmek istediğim bir filmdi. Sürekli Radyo Eksen'de repliklerini duyup duyup seyredeceğim eninde sonunda diyordum ve sonunda dün akşam seyredebildim.
Robert De Niro hiç görmediğim kadar genç bu filmde ama bence o rol için oldukça temiz kalmış. Kafasını kazıttıktan sonra bir nebze psikopat kıvamına gelmiş diyebilirim. Daha sonraları oynayacağı Cape Fear'da çok daha psikopat ve insanı rahatsız eden bir roldeydi. Aslında o deneyimini be filmde göstermiş olsaydı; çok daha kült bir film olabilirdi.
Judie Foster'a gelince henüz çocuk bir yaşta cesur bir rolde oynamış. O zamanlar güzelmiş de. :-) Genelde duygusuz bir oyuncu olarak görürüm ama bu filmde öyle bir izlenim yaratmadı.
Neyse, gelelim filme... Film 70'lerin ruhunu tamamen yansıtıyor diyebilirim. Travis (Rober De Niro) bildiğin kazma bir taksi şoförü, ailesi uzakta tek başına yaşıyor ve yalnızlık canına tak etmiş. Şehrin her köşesine Harlem'e bile yolcu alıyor korkmadan. Sonra bir seçim kampanyasında çalışan Betsy'e ilgi duyuyor, uzun süre takip ettikten sonra cesaretini toplayıp gidiyor ve konuşuyor kızla. Birlikte kahve içmeye gidiyorlar. Buraya kadar herşey iyi ama kızı sinemaya davet edip de porno filmler gösteren bir sinemaya girdiklerinde film kopuyor. Betsy, Travis'i terkediyor. Travis ne yapsa ne etse Betsy onunla konuşmuyor bir daha.
Yalnızlık iyice canına tak edince yasa dışı yollardan 4-5 tane tabanca alıyor ve şehrin pisliklerinin karşısında korkusuzca duracağım diyor. Ve film bir süre sonra bitiyor zaten.
Güzel replikleri olan sıcak bir film diyebilirim. Sonu da güzel bitiyor bence.
Filmden bir replik:
Yalnızlık beni tüm hayatım boyunca izledi, her yerde.
Barlarda, arabalarda, kaldırımlarda, dükkânlarda, her yerde. Kaçış yok. Ben
Tanrı’nın yalnız adamıyım.(Travis)
19 Kasım 2014 Çarşamba
Sahilde Yağmur
Dalgaların sesini kaydediyorum, ciğerlerimi aşklarla
dolduruyorum her seferinde bitirip bitirip yeniden başlattığım. Kısık sesle
şarkımı tekrar eden bir çocuk gölgesi bırakıyorum ardımda yürürken. Gökyüzünün
yıldızlarını seyre dalıyorum arada bir; geceyi kucaklıyorum ve o ayak
seslerinde yalnızlığımı yitiriyorum. Yalnızlık, içindeki bütün seslerin
sustuğu, yemyeşil bir ormanın içinde masmavi bir göl kıyısında kurbağa
seslerini dinlemek gibi bir şey. İşte o an bütün seslerin içinde yankılandığını
hissedersin. Ve bir anda son nefesini vereceğin anda bu sahneyi hiçbir zaman
unutmayacağım dersin.
İnsanoğlu hem iyidir hem de kötü. Ne zaman ne yapacağını
kestiremezsin. Ben de sıradan bir insanım ama kendini önemli ve farklı
zanneden, öyle göstermek isteyen bir budalayım. Aynanın karşısında kendi
gözlerinin içine baktığında; yaptığı kötülüklerden dolayı utanan bir insanım.
Ölüm döşeğinde affedilirsem ne mutlu bana.
Yağmur bulutları havada toplanmaya başladı ne dolunay ne de
yıldızlar görünüyor artık. Birkaç damla yağmur tanesi düştü üzerime, sahilin
karanlığında kaçışan insanların son dökülen kırık sesleri duyuluyor.
Dönüş zamanı artık yalnızlığım. İnadına ıslanmanın bir alemi
yok. Ne sen değişeceksin ne de ben.
Ölüm Kumarı-1
Bir kumar masasında oturmuşum. Elimde 4 kağıt var. Ortada
yığınla paralar, pullar. Diğer 3 kişinin de elinde 4’er kağıt. Hiçbirimiz kimin
elinde ne var bilmiyor. Ortada sigara dumanından aydınlığını yitirmiş bir
lambanın yaydığı titrek bir ışık. Arada bir gidip geliyor. Tam karşımda siyah
şapkalı siyahlar içinde bir adam. Sağ tarafımda kırmızılar içinde şeytansı bir
kadın. Sol tarafımda göbekli, parmağında kocaman yüzüklü bir adam.
Loş mekanda karanlık yüzlü birçok insan var. Ara sıra bir
kaç kadının şuh kahkahalarıyla gürültüyü
yırtmasını duyuyorum. Elimdeki kağıtları açmadan buradan nasıl çıkarımı
düşünüyorum bir yandan. Ya onların elindeki kağıtlar benimkinden daha iyiyse?
Bu masadan kaybederek canlı kalkmanın pek imkanı olmadığını biliyorum. Bu aynı
zamanda sağımdaki kadın ve solumdaki şişman adam için de geçerli. Tam karşımda
yüzünü göremediğim karanlık adamda bütün gizem.
Baharı Beklerken
Masasında oturmuş kalemi kırık bir adamım aslında. Sabır
denilen şey yok birazcık bile.Hemen bir kalem bulmalıyım.Ama ne yazık ki
kalmamış. Eski dostlarım gibi kaldı kalemlerim mazimde. Onları da çok
sevmiştim. İşte sonuncusu da dayanamayıp kırılıverdi. Hayat hep eskitmeler,
kırmalar, ayrılıklar üzerine aslında. Herşey sadece bir anlık yeni, sonra
tozlanmaya başlıyor.Kolumdaki tıkırdayan saati ilk taktığım gün geldi aklıma.
Birkaç günün sonunda o da artık yeni değildi.
Bulutlu bir hava, arada kar serpiştiriyor. Gerçekten de
kasvetli havalarda insanlar daha bir kendisine kalıyor. Pencereden uzaklara
dalarak bakmak bu işin ritüeli sanırım. Bazen havasına da olsa yaptığımı kabul
etmeliyim. Kendimle dalga geçtiğimde kendimi daha da çok seviyorum. Aslında
kendimle derdim yok o kadar. Ya aslında derdim yok. Milyonlarca insanın içinde
bu konuda gerçekten şanslı olanlardan biriyim.
Biraz önce içtiğim çayın dayanılmaz kokusunu aldım yeniden.
Bir daha içsem mi acaba. Yok yok zamanım yok o kadar. Ben en iyisi o çayı
arkadaşımla buluştuğumda içeyim. İnsanın arkadaşlarının olması, onlara zaman
ayırabilmesi ve konuşabilmesi gizlisiz saklısız gerçekten paha biçilemez bir
şey. Saklandığında bazen bu gizlilik yükünü kaldıramayabiliyorsun.
Bu yazıyı yazarken de yazamadığım ne kadar çok şey var diye
kendime hayıflanıyorum. Ama biraz da olsa gizleyebiliyorsam bir şeyleri; bu
beni gerçekten mutlu ediyor. Gizem, içinde her zaman güzellikleri daha fazla
barındırıyor bence.
Bu yazı karlı bir 15 Mart'ta yazıldı; baharı beklerken.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)