Çek Edebiyatı'ndan okuduğum ilk roman.
Romanın ilginç bir gidişatı var. Bazen kaptırıp giderken bir anda konu eş zamanlı olmadan diğer kahramanlar üzerinden ilerleyebiliyor. Bu da kitaba konsantre olma açısından sıkıntı yaratabiliyor.
Romanın 2 erkek 2 de kadın kahramanı var.
Tomas, işinde oldukça iyi olan bir cerrah, eşi ve çocuğunu bırakarak genç sevgilisi Tereza'nın peşinden gidiyor. Ancak sonu gelmez gibi görünen kaçamaklarıyla ve Rus işgali ile ilgili yazdığı bir yazı nedeniyle başına birçok şey geliyor. Ama yine de mutluluğu sonunda yakalayabiliyor.
Franz, Üniversite'de Hoca ve o da gözlüklü genç bir kıza kendini kaptırıyor ve evinden ayrılıp onunla yaşamaya başlıyor.
Bu iki erkeğin yollarının kesiştiği yer Sabina. Sabina, bu iki erkekle de ilişki yaşamış ressam bir kadın.
Romanda oldukça müstehcen sahnelerde mevcut. Anacak aralarda yazarın dış ses olarak araya girip felsefe dersleri vermesini pek sevmedim diyebilirim.
Romanı bitiriş tarzını ise sevdim. Bazen bir roman çok sıkıcı bile olsa güzel bir şekilde bitirildiğinde iyi izlenimler bırakabiliyor.
Kitapta güzel cümleler var, seçtiklerimden birkaçı şöyle:
O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı
en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.
Gücünü neden hiç benim üzerimde kullanmıyorsun?" dedi. "Sevgi insanın gücünden vazgeçmesi demektir de ondan.
Tanrı onları ortadan ikiye ayırıncaya kadar bütün insanlar hermafroditti, o zamandan beri bu yarılar birbirlerini arayarak dünyanın dört bir bucağında gezinip duruyorlar. Aşk kaybettiğimiz yarıyı özleyişimizdi işte.
TANRININ CENNETİNİ YERYÜZÜNDE İSTEDİ.
Bahçeye alacakaranlık inmişti; gündüzle akşam arasındaki saat. Gökte solgun bir ay vardı, ölü odasında açık unutulmuş bir lamba.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder