18 Nisan 2013 Perşembe

Tapınak Şövalyeleri-2

Tapınakçıların gizemleri daha tarikatın kuruluşu ile başlar. Aslında tarikat kurulduğu andan itibaren ezoterik bir karakter göstermiş ve amacını saklamıştır. Tarikatın ezoterik karakteri mühründe de görülmektedir. Aynı ata binmiş iki şövalye şeklindeki bu mühür değişik araştırmacılar tarafından değişik şekillerde yorumlanmıştır. Bazı araştırmacılar bu sembolü birbirini kollayan iki şövalye olarak yorumlarken bazıları da bunu tarikatın ilk yıllarındaki fakirliğini belirttiğini iddia etmişlerdir. Aslında bu mühür, Saint Bernard'ın da «çarpışma iki yönlüdür, yeryüzünde ve gökyüzünde» şeklinde belirttiği gibi, misyonun maddi ve manevi olan iki yönünü temsil etmektedir. Bir başka deyişle görünüşteki amaçları Kutsal Topraklara giden hacılara yardım etmek olan tarikatın aslında bir de ruhsal bir amacı vardı.

Tarikatın ezoterik yönünün bir başka göstergesi de inisiyasyon törenleridir. Bu törenler bütün ezoterik topluluklarda görülen törenlere benzemektedir. Aday kabul edilmeden önce çeşitli sınavlardan geçmektedir. Bu sınavların tam olarak neler olduğunu bilemesek de dört elementle ilgili bir takım törenler olduğunu, bazı moral değerlerin sorgulandığını öğrenmekteyiz. Bu sınavları geçen adayı, geceleyin, on iki şövalye beklemekteydi. Dışarıda bekleyen adaya şövalyeler niçin kapıya geldiğini üç defa sorarlar, yanıtını kabul edince içeri alırlardı. Tarikata kabul edilme ise törenle olmaktaydı. Tarikatın bir ilginç karakteri de o zamanki Orta Çağ düşüncesinden farklı düşünsel yapısı idi. Ezoterik düşünceye olan yatkınlığı Tapınakçıları diğer tarikatlardan ayırtmakta ve etrafta yanlış anlamalara yer vermekte idi. (Kaynak: http://www.dunyadinleri.com/tapinak.html)

Fransa Kralı, bir kanun çıkartarak 13 Ekim 1309 yılında, ülkesindeki bütün Tapınakçıları tutuklatmıştır. Fransa’da Tapınakçıları yargılayan mahkemede, yöneltilen suçlamalar şunlardır:

1. Tarikata giriş töreninde, adaylardan Hz.İsa’yı, Allah’ı ve kutsal şeyleri inkar etmesi istenmektedir.
2. Tarikat üyeleri törenler sırasında Hıristiyanlıkça kutsal sayılan haç, kutsal figürler gibi şeylere tükürmek, idrarını yapmak gibi iğrenç yöntemlere baş vurmuşlardır.
3. Vücudun çeşitli bölgelerine uygulanan ve “The Oscolum Infame” ya da “Utanç Öpücüğü” adı verilen tören uygulanmaktadır.
4.Kutsama töreni yapılmamakta ve buna inanılmamaktadır.
5. Biraderler bir kedi veya kafa figürüne tapınmaktadırlar.
6. Tarikat üyeleri homoseksüelliği teşvik etmekte ve uygulamaktadırlar.
7. Büyük Üstad tarikat üyelerinin günahlarını affetmekte, onları sözde günahtan kurtarmaktadır.
8. Tarikat üyeleri kabul törenlerini ve sapkın uygulamalarını geceleri, gizlice yapmaktadırlar.
9. Tapınakçılar, varlık elde etmek ve zenginliklerini arttırmak için kanun dışı yollara başvurmuş ve Kilise kurallarının dışına çıkmışlardır.

Tarikata kabul töreni sırasında yeni adayların kurallara göre Allah’ı, Hz. İsa’yı ve azizleri reddetmeleri, Hz. İsa ve kutsal değerler üzerine birçok saygısızlık yapmaları, haça tükürmeleri ve idrarlarını yapmaları, daha eski olan Tapınak şövalyeleri tarafından ağızlarından, göbeklerinden ve kalçalarından, “Oscolum Infame” ya da “Utanç öpücüğü” adı verilen yöntemle öpülmeleri, homoseksüelliğin ve cinsel sapıklıkların serbest bırakılması, büyük üstadın her türlü yetkiye sahip olması, Kabala sembolizmine ve büyü törenlerine baş vurmaları tarikatın, Hıristiyanlıktan çıkarak, bütünüyle sapkın bir tarikata dönüşmüş olduğunun açık delilleriydi. Cinsel sapkınlıklarının yanı sıra tapınakçıların diğer gizli bir yönü daha ortaya çıkmıştır. Sorgudan geçirilen bazı tapınakçılar kendi aralarında yaptıkları törenler sırasında bir tür idole tapındıklarını itiraf etmişler, bunun ne olduğu ilk başta anlaşılmamış olsa da, sorgulamalar devam ettikçe tapınak şövalyelerinin açık açık şeytana taptıkları ortaya çıkmıştır. Tapınakçıların taptıkları put, daha sonra Şeytan Kilisesi’nin de sembolü olacak olan Baphomet adlı keçi başlı şeytanın sembolik figürüdür.





Peter Underwood tarafından yazılan “Ökült ve Doğaüstü” sözlüğünde Baphomet terimi şu şekilde açıklanmaktadır:


“Baphomet, tapınak şövalyelerinin tapındığı tanrıydı ve kara büyüde kötülüklerin kaynağı ve yaratıcısıydı; Sabbath cadılarının satanik keçisiydi...”
Tapınakçıların hemen hepsi, sorgu sırasında Baphomet’ten bahsetmiş ve ona taptıklarını itiraf etmişlerdir. Bu putu, uzun bir sakal ve parlak gözlere sahip korkutucu bir insan başı olarak tarif etmişler, bunun yanı sıra kedi ve kurukafa putlarından da bahsetmişlerdir. Ortak görüş ise bu putların genel olarak şeytan ve şeytana tapınmayı temsil ettiği yönündedir. Tapınak şövalyelerinin taptıkları Baphomet isimli şeytan, o tarihten bugüne kadar şeytana tapmanın sembolü haline gelmiştir. Günümüze Baphomet ile ilgili en ayrıntılı bilgi ise 19. yüzyılın önemli okülist ve kabbalistlerinden olan Eliphas Levi’ den gelmiştir. Levi, Baphomet ile ilgili yaptığı çizim ve tasvirlerde onu genelde iki suratlı, insan vücudunun üstünde bir keçi kafasıyla ve kanatlarla göstermiştir. Baphomet’in insan vücudunun üst kısmı bir kadına, altı ise bir erkeğe aittir.


Bütün bu itiraflar ve ortaya çıkan gerçekler sonucunda Tapınakçıların çoğu hapse mahkum edilmiş, Tapınakçıların gerçek yüzü de daha açık bir şekilde ortaya çıkmaya başlamıştır. Mahkemeye yapılan itiraflarda tarikat üyelerinin Hz. İsa’ya inanmayıp onu ‘sahte peygamber’ olarak gördükleri, örgüte giriş töreni sırasında ve daha sonraki aşamalarda homoseksüel uygulamalar yaptıkları, belirli bir puta taptıkları, satanizm yöntemlerini uyguladıkları kayıtlara geçmiştir. Tapınakçıların homoseksüel ilişkileri hakkında çok şey söylenmiş, tarikatın armasında, bir atın üzerinde oturmuş iki savaşçı resminin de bunun göstergesi olduğu belirtilmiştir. Umberto Eco, Foucault Sarkacı adlı romanında, tarikatın bu yönünü vurgulamıştır. Bu ciddi itiraflar sonucunda Papa 72 Tapınakçıyı kendi huzurunda yeniden sorgulamıştır. Bu sorguda doğruyu söylemek için yemin eden Tapınakçılar, önceki itiraflarının doğru olduğunu tasdik etmişlerdir. Yani Tapınakçılar Hz. İsa’yı reddettiklerini, tarikata kabul edilirken haça tükürdüklerini, ve diğer Kilise kayıtlarındaki ifadeye göre ‘korkunç ve iğrenç’ şeyleri yaptıklarını itiraf edip onaylamışlardır. Daha sonra da diz çöküp, ağlayarak af dilemişlerdir.


Sorgular sonucunda ortaya çıkan gerçekler, bu sapkın tarikatın yasaklanmasına ve büyük üstad Jacques de Molay’ın 1314’de haç üzerinde yakılarak idam edilmesine yol açmış, farklı ülkelere kaçmayı başarmış olan Tapınakçılar dahi takibata uğramışlardır. Fransa dışında, İtalya, Almanya, İngiltere gibi ülkelerde de Tapınakçılar sorgulanmış, bazı ülkeler ise çeşitli sebeplerle onları korumaktan vazgeçmemişlerdir. Özellikle İngiltere’de kral II. Edward 10 Kasım 1307de Papa’ya yazdığı mektupla, Tapınakçıları korumuş ve onlara karşı bir şey yapmayacağını belirtmiştir. Ancak iki yıl sonra, V. Clement’in yaptığı sorgu ve papalık beyannamesinde geçen ifadeler sonucunda Tapınakçıları yargılamayı kabul etmiştir. Papalık tarafından yayınlanan belgeye göre Tapınakçılar ‘bilinen sapkınlığa ait söylenemeyecek günahlar ve nefret uyandırıcı suçlar’ işlemişlerdir ve bu durum, herkes tarafından bilinmektedir.

Sonuçta, 1312’de toplanan Viyana Konsülü’nün kararıyla Tapınakçılık tüm Avrupa’da yasaklanmış, yakalanan üyeleri cezalandırılmıştır. Papa V. Clement’in 22 Mart 1312’de yayınladığı ve tarihe “Vox in excelso” adıyla geçen fermanıyla tarikat dağıtılmış ve -kağıt üzerinde- resmi olarak tarihten silindiği kabul edilmiştir:
“... Dinle! Hiddetlenmeye zorlanmış peygamber: Şehrin halkından bir ses! Tapınaktaki bir ses! Değersizlikleri kötülüklerinden dolayı görülmektedir. Onları evinden dışarı at, köklerinin kurumasına izin ver, onların meyva vermelerine izin verme ve bu evin, acının tökezleyen sütunları olmasına, ya da can yakan bir diken olmasına izin verme.
Yakın geçmişte, başpiskopos seçimleri zamanında, Lyon’daki taç giydirme töreninden önce ve sonra Tapınak şövalyelerinin öğretmenleri, yönetimi ve kardeşleri tarafından gizli tehditler aldık.
Roman kilisesi bu adamları onurlandırdı, Tapınak Şövalyelerini Hıristiyanların düşmanlarına karşı silahlandırdı ve onları özel bir şekilde destekledi. Bunlara en yüksek düzeyde vergiler verildi. Ancak Hıristiyanların düşmanlarına karşı oldukları zannedilen bu grubun karşısında aslında Hz İsa bulunmaktadır. İnançlarını değiştiren bu kafirler (Tapınak şövalyeleri) günahın içine düşmüştü, çok kötü bir alışkanlıkları olan putperestlikleri, ölümcül sonuçlara yol açan homoseksüellikleri ve diğerleri...”
Tapınakçılar Yeraltında
Tapınakçıları ortadan kaldırmak o kadar kolay değildi. Büyük Üstad De Molay ve bir kısım şövalye ortadan kaldırılmış olsa bile, bütün Avrupa’yı ve Ortadoğu’yu sarmış olan Tapınakçılar gizli de olsa varlıklarını devam ettirmişlerdir. Sadece Fransa’da şövalyelere ait 9000 temsilcilik ve çeşitli ülkelere yayılmış binlerce şato ve Tapınakçı merkezi vardır. Bu merkezler, hem Tapınakçıların organize oldukları, tören yaptıkları evler hem de o dönemin para trafiğini kontrol ettikleri yerler haline gelmişlerdir. Dönemin kaynaklarına göre Fransa’da yaklaşık 2000 şövalyeden sadece 620 tanesi engizisyon tarafından cezalandırılmıştır. Tahminlere göre, o dönemde en az 20 bin şövalye ve şövalye başına 7-8 kişilik kadro faaliyet halindedir. Yaklaşık 8 kişilik olan bu kadrolar, denizcilikten, ticarete kadar, tarikat mensuplarının her türlü işlerini organize etmekteydiler. Yani basit bir hesap yapıldığında, Tapınakçılar takibata uğradıkları dönemde en az 160 bin kişilik bir güce sahiptirler. Bir ağ gibi bütün Avrupa’yı ve Akdeniz kıyılarını ören bu kadro, aynı zamanda dönemin en büyük lojistik gücünü de meydana getirmekteydi. Bütün bu merkezlere dağılmış mal varlığını ele geçirmek, ne Fransa Kralı ne de Papa için mümkün olmamıştır. Krallarla yarışan bu mal varlığı, Tapınakçılara her türlü korumayı ve güvenceyi sağlamaya yetmiştir. Yani Kilise’nin resmen ortadan kalktığını öne sürdüğü tarikatçılar, bütün Avrupa’da, özellikle de İngiltere gibi Kuzey ülkelerinde yeraltında faaliyetlerine devam etmiştir: “Kutsal Toprakların kaybını izleyen yıllarda, Tapınakçılar, kendi devletlerini kurma konusunda gittikçe artan bir arzu göstermişlerdir. Bu, ne Yeni Dünya’da (Amerika) bir Eldorado (Altın Ükesi), ne de karanlık Afrika’da, Prester John benzeri gizli bir krallıktır. Nitekim Tapınakçılar kesinlikle Avrupa’da olup biten her şeyin merkezinde oldular, ve dahası bugünkü bildiğimiz şekliyle Batı Dünyası’nın oluşumunda kısmen aracı oldular. Tapınakçıların devleti İsviçre idi, halen de öyledir."35

Üstteki kaynakta da belirtildiği gibi, Fransa’dan kaçan Tapınak şövalyelerinin yeniden yapılanmak ve faaliyetlerini güvenli bir şekilde devam ettirebilmek için seçtiği yerlerden biri bugün İsviçre olarak bilinen bölgedir. İsviçre’nin geleneksel yapısının oluşmasındaki Tapınakçı etkisi bugün bile kolaylıkla görülebilmektedir. Kendisi de mason olan ve Tapınak şövalyeleri konusunda uzman olan The Warriors And The Bankers (Savaşçılar ve Bankacılar) kitabının yazarı Alan Butler, 1999 yılında yaptığı bir şöyleşide bu konuyu şöyle delillendirmektedir:
"Bu konunun önemli birkaç nedeni var, örneğin;
1. İsviçre'nin kuruluşu Tapınakçıların Fransa'da zulme uğratıldığı ana denk geliyordu.
2. İsviçre, Fransa'nın sadece doğusunda olduğundan, Tapınakçı kardeşlerin tüm bölgeden topluca kaçması daha kolaydı.
3. İlk İsviçre kantonları tarihinde bazı dedikodular vardı bunlar da beyaz giysili şövalyelerin gizlice ortaya çıktıkları ve yerli halkın yabancıların egemenliğine karşı özgürlüklerini kazanmalarına yardım ettikleri idi.
4. Tapınakçılar bankacılıkta, tarımda ve mühendislikte gelişmişlerdi. Bu benzer bakış açısı düşmanlarında da görülüyordu ve bu bölgelerin birbirinden ayrılmasının, nihayet İsviçre'ye geçilmesinin ilk basamağıydı.
5. Ünlü tapınak haçı, çoğu İsviçre kantonunun bayrağında bulunuyor ve tapınak şövalyeleri için önemli olan diğer amblemlerde, anahtarlar ve lambalar gibi..."
Kaçak Tapınakçıların önemli bir bölümü de, 14. yüzyıl Avrupası’nda Katolik Kilisesi’nin otoritesini tanımayan yegane Krallığa, yani İskoçya’ya sığındılar. İskoç KralI Robert Bruce’un himayesi altında yeniden örgütlendiler. Bir süre sonra da, varlıklarını sürdürmek için iyi bir kamuflaj yöntemi buldular: Ortaçağ’da Britanya Adası’ndaki en önemli “sivil toplum örgütü” olan duvarcı loncalarına sızdılar ve bir süre sonra da bu loncaları tamamen ele geçirdiler. Birer mesleki örgüt olan loncalar böylece felsefi ve siyasi bir amaç kazandı ve mason localarına dönüştü. (Masonların “operatif masonluktan spekülatif masonluğa geçiş” dedikleri süreç de budur.)
Fransa’daki takibattan kurtulan yaklaşık 30-40 bin kadar Tapınakçının yeraltında devam eden faaliyetleri masonik bir kaynakta şu şekilde anlatılmaktadır:
“Bazı Tampliye şövalyeleri mason kılığına girer ve masonların arasına karışarak hayatlarını kurtarır. Bazıları, ülke dışına kaçabilmek için masonlara verdikleri Laissez Passer’leri kullanır. Bir kısım Tampliye, İspanya’ya geçerek, Caltrava, Alcantara, Saint Jacques de I’Epee tarikatlarına katılır, diğer bir kısmı da, Portekiz’e geçip Ordre du Christ örgütüne dönüşür. Başka bir grup Roma-Germen İmparatorluğuna geçip Toton şövalyelerine katılır. Oldukça büyük bir grup Hospitaliyeler’e iltihak eder. İngiltere’deki Tampliye’ler bu olay sırasında önce tutuklanarak sorguya çekilir. Ancak hemen serbest bırakılır. Hattâ bazı ülkelerde haklarında hiçbir işlem yapılmaz.
Tampliye’ler, 1804 yılına kadar, yani Bernard-Raymond Fabre Palabrat de Spolete bu tarikatın yeniden Büyük Üstadı oluncaya kadar, tarih sahnesinden çekilmiş görünür. Bu kişinin 1814’de yaptığı tesadüfi keşif çok ilginçtir. Spolete, 1814 yılında Paris’te Seine nehri kıyısındaki sahafların tezgâhlarında bir elyazmasına rastlar. Grekçe elyazmasında Yuhanna İncili’nin bir tefsiri yer almaktadır. İncil’in son iki kısmı yoktur. Onun yerine üçgenlerle ayrılmış bazı açıklamalar bulunmaktadır. Bu kısımları dikkatle tetkik ettiğinde, bunun Tampliye’lerin 5. Büyük Üstadı Bertrand de Blanchefort (1154)’den başlamak üzere 22. Büyük Üstadı Jacques de Molay’a ve devamla 23.Büyük Üstâd Larmenius de Jerusalem (1314)’den Claude-Mathieu Radix de Chevillon (1792)’a kadar uzanan bütün Tampliye Büyük Üstâdlarını kapsayan bir liste olduğunu anlar. Bu belgeden, Jacques de Molay’ın Büyük Üstâdlık görevini Larmenius de Jerusalem’e vasiyet ettiği varsayılır. Bu da Tampliyeler’in hiçbir zaman ortadan kalkmamış olduğunun kanıtı sayılır. Nitekim, günümüzdeki Tampliyeler aynı zamanda birer Hürmason’dur.”
Umberto Eco’nun kitabında aktarılan bir bilgi de bu açıdan ilginçtir:
“Beaujeu’den sonra, tarikat, varlığını bir an bile ara vermeksizin sürdürdü. Aumont’dan günümüze dek, tarikatın kesintisiz bir dizi Büyük Üstadı’nı biliyoruz. Bugün tarikatı yöneten, ünün yüce görevlerini yürüten gerçek Büyük Üstadın ve gerçek Üstlerin adları ve oturdukları yer bir giz, yalnızca gerçek aydınlanmışlarca bilinen erişilmez bir giz olarak kalmışsa, bunun nedeni, tarikatın saatinin henüz gelmemesi, vaktin henüz dolmamasıdır...”
Konuyla ilgili çoğu kaynak tarafından, Büyük Üstad Jacques de Molay’ın ölümüyle birlikte, hayatta kalan Tapınakçılar tarafından bir komplo tasarlandığı öne sürülür. Buna göre, Tapınakçılar’ın amacı, kendilerini yasaklayıp Üstad’larını öldüren Papalığın ve bazı Avrupa krallıklarının yıkılmasıdır. Bu amacın nesiller boyunca aktarıldığını ve Tapınakçılık’ın devamı olan İllüminati ve masonluk gibi örgütlerce sürdürüldüğü söylenir. Masonluğun etkisiyle gelişen ve Fransız tahtının yokolmasını sağlayan Fransız Devrimi de bunun bir sonucu olarak yorumlanır... Hatta, yaygın bir söylentiye göre, Fransız Devrimi sırasında Kral XVI. Louis’nin giyotinle kafasının kesildiği gün, bilinmeyen biri sekiye çıkar ve ‘Jacques de Molay, öcün alındı!’ diye bağırır.

Bu kadar bilgi bugün bildiğimiz masonluğun, siyonizmin temelini anlamamıza yeterince yardımcı olmuştur sanırım. Bu konuda daha fazla yazmayacağım. Ne yalan söyleyeyim daha detaya girmekten tırsıyorum. Merak eden olursa kaynak belirtirim oradan öğrenirler.


17 Nisan 2013 Çarşamba

Tapınak Şövalyeleri-1

Önce Wikipediadan bir bakalım Tapınak Şövalyelerine:


Tapınak Şövalyeleri veya Mabed Şövalyeleri (Latince: Pauperes commilitones Christi Templique Solomonici / Süleyman Tapınağı ve İsa'nın Fakir Askerleri), tanınmış Hıristiyan askerî tarikatlarından biridir.[1] Resmî olarak iki yüzyıl boyunca faaliyette bulunmuşlardır.
Katolik Kilisesi tarafından resmî olarak 1129 yılında tanınan tarikat kısa zamanda güçlenmiştir. En güçlü zamanlarında askerî varlıkları 20.000'i bulmuştur, fakat bunların sadece % 10'u tarikata bağlı şövalyelerdir.[kaynak belirtilmeli] Tarikatın ömrü neredeyse haçlı seferleriyle eş olmuştur. Beyaz renkteki eşyaları üzerindeki kırmızı haçlarıyla Tapınak Şövalyeleri zamanlarının en korkulan savaşçılarından olmuşlardır.[kaynak belirtilmeli] Tarikatın askerî kanadı savaşlarda ün kazanırken tarikata bağlı diğer gruplar Avrupa genelinde ve Kutsal Topraklar'da geniş ölçekte yapılanmışlardır. Kutsal Topraklar'da ve Avrupa'da birçok mevzi inşa eden tarikat bankacılık[2][3] ve para transferinin ilkel bir formunu bularak Hristiyan Hacılara büyük kolaylıklar sağlamıştır.
Haçlı Savaşları'nın ardından tarikata büyük borçları olan Fransa Kralı IV. Philippe'in kâfirlik ("Katolik olmayan" anlamında) ve eşcinsellik gibi suçlamalarla, Şövalyeler'in ortadan kaldırılması için Papa V. Clemens'e yaptığı baskıların neticesinde 1312'de Tarikat ortadan kaldırılıp tüm mal varlığına el koyulmuş ve Tapınakçılar cadı avında olduğu gibi yakılarak öldürülmüşlerdir. Son olarak 19 Mart 1314'te Jacques de Molay (ok. "jak dö mole") ve beraberindeki Tarikat üyeleri kazığa bağlanarak yakılmak sûretiyle idam edilmişlerdir.[4]


  1. ^ Malcolm Barber, The New Knighthood: A History of the Order of the Temple. Cambridge University Press, 1994. ISBN 0-521-42041-5.
  2. ^ Martin, p. 47.
  3. ^ Nicholsun, p. 4.
  4. ^ Malcolm Barber, The Trial of the Templars. Cambridge University Press, 1978. ISBN 0-521-45727-0

Şimdi kaynak belirtmeden okuduğum çeşitli kaynaklardan edindiğim bilgileri özetleyecek olursam:

Haçlı Seferleri ile ele geçirilen kutsal gamimetler:

1-Süleyman'ın Mührü

2-Kabala Öğretisi

3-Kutsal kase (Hz. İsa'nın tarihte bilinmeyen bir eşi ve çocuğu olduğunu kanıtlayan çocuğun vaftiz kasesi olduğuna inanılıyor. Daha sonraki yıllarda Illuminati'den olan Leonardo Da Vinci bir tablosuyla bu kadına atıfta bulunacaktır.Tapınak şövalyeleri için Hristiyanlığı sarsacak en önemli kanıt da budur.)

Bazı komplo teorisyenlerine göre Haçlı Seferleri'nin de asıl sebebinin bu kutsal ganimetleri ele geçirmek olduğu söylenir. Peki bu kutsal ganimetleri kim, hangi amaçla ele geçirmek isteyebilir.

Herşeyin kilit noktasına Firavunlara uzanalım. Firavun ailesi aslında tamamen yok olmamış. Hayatta kalanlar Avrupa'ya ve çeşitli yerlere göç etmişlerdir. Roma İmparatorluğu'nu da onların kurduğu söylenmektedir. Ve Roma imparatorluğu tarihte rol oynayan en önemli medeniyetlerdendir.

Bu Firavun ailesi mirasçılarının Davut'un ve oğlu Süleyman'ın eline geçmiş olan Firavunlara ait kutsal bir şeyleri tekrar ele geçirme niyetlerinin olduğu ve Haçlı seferlerini de bu yüzden düzenledikleri rivayet edilir.

Tapınak Şövalyeleri, Kudüs'e Hacca giden Hacıların yolda soyguna uğramalarını önlemek için dünyanın ilk çek sistemini dolayısıyla banka sistemini kurmuşlar ardından innılmaz biçimde zenginleşmişlerdir. Tapınak Şövalye'lerinin gizli ayinleri (IV. Philippe'nin örgüte olan borçlarının artmasıyla bilrlikte Papa ile bir olup) örgüt üyelerinin yakalanmasıyla deşifre olmuş ve son liderleri Jacques de Molay'ın da kazığa bağlanarak yakılmasıyla örgüt tamamen yok olmuş diye kaynklarda belirtilmiştir. Oysa ki bu örgüt İlluminati adı altında çalışmalarına bugün de devam etmektedir.

Bir sonraki yazımda ayinlerinde neler olduğuna dair bulgularımı sizinle paylaşacağım.

16 Nisan 2013 Salı

Kabala

Daha önce mistik hikayesini anlattığım Harut ve Marut'un insanlara öğrettiği büyü ve sihirlerle ilgili, daha doğrusu bir devam hikayesini anlatmak istiyorum. Çünkü bu devam hikayesi bugün dünyayı yönetenlerin kazandığı gücün kaynağı olabilir. Çoğunlukla bu kaynak Kabala olarak gösterilir. Peki nedir bu Kabala?



İsrailoğulları henüz Hz. Musa (as) hayatta iken dahi, Eski Mısır'da gördükleri putların benzerlerini yapıp onlara tapınmaya başlamışken, Hz. Musa (as)'ın vefatının ardından daha ileri sapmalara kaymaları zor olmamıştır. Kuşkusuz tüm Yahudiler için aynı şey söylenemez, ama aralarından bazıları Mısır'ın putperest kültürünü yaşatmış, dahası bu kültürün temelini oluşturan Mısır rahiplerinin (Firavun büyücülerinin) öğretilerini sürdürmüş, bu öğretileri Yahudiliğin içine sokarak onu tahrif etmişlerdir.

Eski Mısır'dan Yahudiliğe devrolunan öğreti, Kabala'dır. Kabala da, aynı Mısır rahiplerinin sistemi gibi, ezoterik (gizemli) bir öğreti olarak yayılmış ve yine Mısır rahipleri gibi temelde büyü ile ilgilenmiştir. Ünlü Yahudi araştırmacı Shimon Halevi, "Kabala, Tradition of Hidden Knowledge" (Kabala, Gizli İlmin Geleneği) adlı kitabında Kabala'yı şöyle tanımlamaktadır:

"Pratikte Kabala, kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir sanatı ve büyüye dayalı bir formudur."

Kabala'nın en önemli özelliği, büyü ile yakından ilgili olmasıdır.Kabala'yı tanıtan en tanınmış kitaplardan biri "Die Kabala" (Von Papus) da, Kabala-büyü ilişkisini şöyle vurgular:
ü ilişkisini şöyle vurgular:

"Kabala'nın teorisi, büyünün genel teorisine bağlanır."

Kabala'nın dikkat çekici bir yönü ise, Tevrat'taki yaratılış anlatımından çok farklı bir anlatım içermesi, Eski Mısır'ın maddenin sürekliliğine dayalı materyalist görüşünü korumasıdır.

Eski Mısır'ın materyalist, büyüye dayalı ezoterik öğretilerini devralan Yahudiler, Tevrat'ın bu konudaki yasaklamalarını tamamen göz ardı ederek, diğer putperest kavimlerin büyü ritüellerini de benimsemişler ve böylece Kabala Yahudiliğin içinde, ama Tevrat'a muhalif bir mistik öğreti olarak gelişmiştir.

Kur'an'da bu konuya işaret eden bir ayet bulunmaktadır. Allah, İsrailoğulları'nın, kendi dinlerinin dışındaki kaynaklardan şeytani büyü öğretileri öğrendiklerini şöyle haber vermektedir:

"Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi, ancak şeytanlar inkâr etti. Onlar, insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: "Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın inkâr etme." demedikçe hiç kimseye öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa onunla Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezlerdi. Buna rağmen kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiçbir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi."(Bakara, 2/102)

Ayette bazı Yahudilerin, ahirette kayba uğrayacaklarını bilmelerine rağmen, büyü öğrendikleri ve uyguladıkları haber verilmektedir. Yine ayetteki ifadeyle, söz konusu Yahudiler, bu şekilde Allah'ın kendilerine indirdiği şeriattan sapmış ve putperestlerin kültürüne (büyü öğretilerine) özenerek "kendi nefislerini satmış", yani imandan vazgeçmişlerdir.

Bu ayette haber verilen gerçek, Yahudi tarihindeki önemli bir mücadelenin de ana hatlarını göstermektedir. Bu mücadele, Allah'ın Yahudilere gönderdiği peygamberler ve bu peygamberlere itaat eden mümin Yahudiler ile, Allah'ın emirlerine isyan eden, çevrelerindeki putperest kavimlere özenerek Allah'ın şeriatı yerine onların inanç ve kültürlerine eğilim gösteren sapkın Yahudiler arasındadır.

İşin ilginç yanı, bu mücadaleye bazı Yahudi olmayan kimselerin de katılmasıdır. Kabala ve ona dayalı pagan öğretiler, sadece Yahudiler içinde değil, Yahudi olmayanlar arasında da yankı bulmuştur.

Kaynak: sorularlaislamiyet.com


15 Nisan 2013 Pazartesi

Süleyman'ın Mührü

Bu yazıda Süleyman Peygamber'den bahsedeceğim. Çok önemli bir peygamberdir bütün hayvanlarla, cinlerle konuşabilen yetisiyle değişik bir yeri vardır bütün dinlerde. Aşağıdaki hikaye Yüzüklerin Efendisi'ni de anımsatıyor sanki değil mi? Bugün dünyayı yönetenlerin gücünü (tabii ki bu yüzük mü bilmiyorum, o kadar da sardırmadım) Süleyman'ın cinlere yaptırdığı tapınağında buldukları Kabala Öğretisi ve Süleyman'ın mühründen aldıkları söylenir. Bu dini mirasları Avrupa'dan Ortadoğu'ya gelen Haçlı Ordusu'ndaki birkaç Şövalyenin ele geçirmesiyle oyun başlar. Bu şövalyeler ünlü Tapınak Şövalyeleri tarikatını kuracaklardır. (Hikayenin mistik taraflarının gerçekliği zaten ispat edilemez ama devamının gerçekliği zaten bütün tarih kitaplarında yazılmaktadır.)

Perde:

Süleyman'ın mührü, " Yüzük kimdeyse Süleyman odur"


Bundan binlerce sene önce yeryüzünün büyülü devirlerinde insan henüz üçüncü gözünü kaybetmemişken efsanevi bir Kral Peygamber yeryüzünün ve gökyüzünün efendisi olmuştu. Cinlere insanlara ve hayvanlara hükmeden bu kral peygamber Hz. Süleyman’dı. Ve yetkesinin kaynağı olduğu sanılan güçlü bir mühür yüzük taşıdığı söyleniyordu. Fakat bir gün bu muhteşem yüzük çalındı. Süleyman sahip olduğu herşeyi kaybetti. Ve mührün yokluğunda geçen o acı günlerde kendisindeki asıl mührü
Mühr-ü Süleyman’ı buldu. "

Hazineleri dillere destan olan 3 semavi dinde de ismi haşmetle birlikte anılan biridir Süleyman / Hz. Süleyman / King Soloman / Peygamber Süleyman. Ona bu özelliği veren dünyasal ve ilahi güçlere hakim bir yönetici olduğu düşüncesidir. Asıl olarak Peygamber / Kral Davud'un oğludur. Hem Tevratta hem Kuran-ı Kerim de hikayeleri ve hayatıyla saltanatı anlatılır.

Efsaneler şöyle der Hz. Süleyman / Kral Süleyman Tanrı'nın seçip güçlendirdiği bir ailenin adaletle hükmeden oğludur. İsrail soyunun güçlü bir Kralıdır. Temelde Tanrısal bir görevi vardır. Bu görev nedeniyle daha önce ve daha sonra kimseye verilmemiş/verilmeyecek bir saltanat diler Tanrı'dan. Böylece kendisine rüzgar, cinler, akarsu gibi akan metaller, kuşlar ve insanlardan oluşan ordular tahsis edilir. Rüzgara binip günler sürecek yollara hızla varır. Kuşları görevlendirerek düşman sahasına keşfe gönderir. Cinlerin esrarengiz görünmez ve anlaşılmaz yetileriyle devasa saraylar, kaldırılması imkansız dev sanat eserleri, binalar ve dalgıçların çıkardığı malzemelerden takılar akla gelecek binbir güzel şey yaptırır. Dünyayı imar ederken güzelliğ ve adaleti kurar.

Süleyman efsanesini doruğa çıkaran yüzüktür. Her ne kadar dini kaynaklar bunu bu şekilde aktarmasa da gizem perdesi altında Tanrı'nın kendisine bir yüzük hediye ettiği söylenir.

Bu öyle bir yüzüktür ki sayılı kişi ve meleklerin bildiği Tanrı'nın gizli ismini (İsmi Azam duası) saklar. Tanrının bilinmeyen adı yaratma ve hükmetme özellikleri içerir. Elbette bu tür bir efsane güç düşkünü insanların başını döndürmeye yeter de artar bile. Kimi bilgilere göre Adem'in taşıdığı bir yüzüktür ve cennetten çıkarılırken onu Arşta bırakmıştır. Cebrail daha sonra bu yüzüğü Tanrı'nın isteğiyle Hz. Süleyman'a getirmiştir. Terim aslen Mühr-i Süleyman'dır. Ancak Türkçe'deki ses uyumuna göre dile geçerken değişmiştir. Diğer bir deyişi de Hatem-i Süleyman'dır. İngilizce 'Seal of David', 'Star of David', 'Davis's Sheald' 'Magen David' isimleriyle anılır. Çünkü Batı dünyasında bildiğimiz çift üçgenin kesişimi olan Mühr-ü Süleyman aslında 5 kollu bir yıldızdır. 6 kollu yıldız babası olan Davud peygamberin kullandığı semboldür."
Prof. Dr. Nusret Çam / Ankara İlahiyat Fakültesi


Kelime manasıyla Süleyman'ın mührü anlamına gelen mührün şekli aslında kesin değildir. Belli bir tarihten sonra kabul edilmiş olan ve şimdi İsrail bayrağında yer alan sembol İslam dünyasında da yüzlerce yıl kutsal olarak kabul edilmiş cami medrese ve geçitlerde mezarlıklarda yüzüklerde padişahların gömleklerinde tılsım olarak yerini almıştır. Daha sonraları ise farklılık yaratmak için sembol bazen doksan derece çevrilerek kullanılmıştır.

Batı dünyası bazen büyü kitaplarında bazen noterlik işareti olarak, basımevi markası sonraları bir çok akımın sembolü olmuştur.

Süleyman Peygamber'in yüzükle olan ilgisi onun bir imtihandan geçişi şeklinde ele alınır. Yokluğunda bir cariyesine emanet ettiği yüzük mührü bir cin onun görünümünü alarak ele geçirir. Yokluğunda pek çok fitne fesat hazırlar örneğin tahtına büyü kitapları koyar ve iftira atar. Oysa Hz. Süleyman yüzüğün yokluğunda kendine dönecek ve gücünün kaynağı olan asıl çekirdeğini özünü bulacaktır. Kuran bu konuya atfen şöyle der.

"Süleyman'ın mülk ve saltanatı konusunda onlar, şeytanların okuyup durduklarına uydular. Halbuki Süleyman küfre sapmamıştı. Ancak şeytanlar küfre sapmıştı; insanlara büyüyü öğretiyorlardı." Bakara Suresi / 102

Ayrıca Neml suresi'nde Süleyman Peygamberin gelişini duyan karınca beyinin kendi halkına seslenişi efsanevi Seba Melikesi'nin tahtının göz açıp kapayana dek ışınlanışı ve olağanüstü pek çok şey anlatılır.

Karınca vadisine geldiklerinde bir karınca şöyle seslendi: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesinler." Neml / 18

"Kendinde Kitap'tan bir ilim olan kişi de şöyle dedi: "Ben onu sana, gözünü açıp yumuncaya kadar getiririm." Derken Süleyman, tahtı, yanında kurulmuş görünce şöyle konuştu: "Rabbimin lütfundandır bu. Şükür mü edeceğim, nankörlük mü diye beni denemek istiyor. Esasında, şükreden, kendisi lehine şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin ki, Rabbim Ganî'dir, cömerttir." Neml / 40

"Onlar Süleyman için, mihraplardan/kalelerden, heykellerden, havuzlar gibi çanaklardan, yerinden kaldırılamaz kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davûd ailesi, şükür olarak iş yapın! Kullarım içinden şükredenler o kadar az ki! " Sebe / 13

"Sonunda, Süleyman için ölüm hükmünü verdiğimizde, onun ölümünü, değneğini yiyen dâbbetül arzdan/ağaç kurtçuğundan başkası onlara göstermedi. Süleyman yere yığılınca, açıkça anlaşıldı ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap içinde bekleyip durmazlardı." Sebe / 14

" Yüzük kimdeyse Süleyman Odur "

Süleyman'ın Tapınağı'nın daha sonra Haçlı Seferleri sırasında Kudüs'te arandığı, Templer Şövalyelerinin yerini bulduğu ve kutsal bazı emanetlerle Avrupa'ya döndükleri iddia edilmiştir. Kimileri kutsal kadeh Graal'ı, kimileri Felsefe Taşı'nı, kimileri ise Mühr-ü Süleyman'ı bulduklarını düşünmüşlerdir. Tapınak Kral Süleyman'dan sonra yağmalanacaktır ancak o zamana kadar Musa peygamberden beri nesilden nesile saklanan Hz. Musa'nın emaneti olan Ahid Sandığı'nı (orijinal Tevratın levhalar halinde içinde bulunduğu Tabut-i Sekine) muhafaza edecektir.

Günümüzde kabul gören sembol göğün ve yerin birleşimini gösterir. İki üçgenin biri göğe biri yere dönüktür. Sembol bir yönüyle insan varlığının maddi bedenini ve ruhunu, bundan oluşan bütünü, bir yandansa dişil ve eril prensipleri, maddi ve manevi değerlerin bütünlüğünü gösterir. Doğunun Yin ve Yang'ına benzer bir semboldür. Dünyaya giriş ve çıkış noktalarını temsil eder. Kimi farklı bakışlar ise şekilde iki piramit görür.

Özellikle Selçuklu dönemi paralarında ve eserlerinde sıkça kullanılan sembol artık günümüzün gerilimli zaman ve dünyasında İslam ve Hıristiyan toplumlarınca terkedilmiş hatta anlamı bilinmediğinden bir çok tarihi eserde de tahrip edilmiştir.

NOT:Hazreti Süleyman'ın yüzüğü ile ilgili yukarda anlatılan olay benî israil yani yahudilerin uydurdukları bir hikayedir. İslam kaynakları bu konuda (yüzük konusunda) her hangi bir olay nakletmemişlerdir. Hz. Süleyman'ın bir mührünün olduğu ve yazışmalarında bu mührü kullandığı rivayet edilir. Dilimizde yer eden "Mühür kimde ise Süleyman (Kral) O'dur" sözü de yine israiloğullarından aksettirilen yukardaki hikaye doğrultusunda ortaya çıkmış bir söz değildir. Bu sözde belirtilen mührün israiliye döneminden kalma hikayede anlatılan yüzükle alakası yoktur.

Kaynak: www.spatyom.com

Buradan sonra mistik hikayemiz sona eriyor. Artık gerçekler ve bakış açılarımız devreye girecek. Yani aslında yine bir muamma. Gerçek de gerçek değildir belki. Ama masal bile olsa kafamızda bir dünya yaratmanın bize zarar vermeyeceği kesin. Dünya tarihinde Tapınak Şövalyeleri nasıl bir rol oynuyor? Nasıl dünyanın yönetimini ele geçiriyor?

Büyücü ve Çapkın İki Melek: Harut ve Marut "Kuyunun Hikayesi"(Fallen Angels)

Bu sefer günlerdir üzerinde bilgi topladığım bir konuya başlayacağım. Bu aslında bütün insanlığı ilgilendiren bir konu. Bilinmeyenlerle, sırlarla, sihirler, büyüler, şeytanlar ve meleklerle ilgili... Hayretle uyandığım uykuları unutturan, gözlerimi açan -aynı Matrix filmindeki gibi- hala inanmak istemediğim bilgilerin özeti... Ama bu hayatımın en uzun özeti olacak:

İlk hikayemizin yazarı ben değilim. Dünyanın şu anki efendilerinin güçlerini nereden aldıklarını tarihin en derinine giderek açıklayacağım. Perde:

Harut ile Marut "Kuyunun Hikayesi"(Fallen Angels)

Çölle ilgili her hikâye gibi bu hikâye de kuyuyla başlıyordu. Su, çölün kıymetlisiydi ve kuyu suyu bağrında taşıyordu. Su arayana Yusuf veriyordu bazen yahut ölümün eşiğindekine hayat…
İhtiyar adam kuyuya yaklaşırken Yusuf bulmayı beklemiyordu elbet ama onu çölün en bilinmez köşesine atan kum fırtınasından sonra kuyuda hiç olmazsa bir damla umut bulabilirdi… Ama bunun yerine bir hikâye buldu. Yeryüzünde yaşamın başlamasıyla başlayan, bitmesiyle bitecek olan bir hikâye.
Titreyen elleriyle kuyunun ağzını kapayan büyükçe taşı kaldırmaya çalışırken taşın üzerindeki kadim zamanlara ait yazıyı gördü. Birden ürktü, kalbinin sıkıştığını hissetti. “Bir kuyunun ağzı neden kitabeyle kapatılır ki” diye düşündü. Sonra haline gülüp söylenmeye başladı:
“Uçsuz bucaksız çölün, günlerce süren kum fırtınalarının ve susuzluğun durduramadığı ihtiyar kalbimi bir kör kuyu durduracaktı az daha.”
Üç gün önce kervanı basan haramilerden kaçıp çölün derinliklerine doğru atıyla doludizgin giderken ilk kez kalbinin teklediğini hissetmişti. İki gün süren kum fırtınasının ardından ölüme bu kadar yaklaşmışken bu kuyu bir umut gibi karşısında duruyordu.
İhtiyar, titreyen dudaklarıyla Allah’ın adını andıktan sonra tüm gücüyle kapağı açmak için yüklendi. Son gücünü son umudu için harcadığının farkındaydı. Ve kuyunun ağzını kapayan taş yavaş yavaş hareket etmeye başladığında ihtiyarın gözlerinin içi gülüyordu. Daha bir kuvvetle zorladığı kapağı yarıya kadar açtığında ise bir gariplik hissetti. Kuyunun karanlığı içinde bir kıpırdanma vardı. Daha iyi görebilmek için biraz eğildi. Gözleri karanlığa alışmaya başladığında kuyunun dibine doğru uzanan iki halat gördü. Halatların ucunda ayaklarından baş aşağı asılmış iki kişi duruyordu. Gözlerine inanamadı… Kuyuda asılı duranların hareket ettiklerini gördüğünde artık ayakları onu taşımaz oldu. Korkuyla yere yığılırken kalp atışları iyice zayıflamıştı. Kumların üzerine boylu boyunca uzanırken bu kumların mezarı olacağını anlamıştı. Son bir gayretle kelime-i şahadet getirirken, kuyudakiler “Muhammedun Rasulullah” kelamını duyduklarında irkildiler… Ayaklarından asılı duranlardan biri, diğerine:
“Duydun mu?” dedi heyecanla, “son peygamberin ismini söyledi.”
“Evet” dedi diğeri, gözlerinin içi gülüyordu:
“Demek ki kıyamet yakın ve cezamızın bitmesine az kaldı”
SANİYEN
Rivayet odur ki Harut ve Marut adlı iki melek bir gece kayan yıldızlar gibi eski Bâbil şehrine indiler. Ne insanlar bu gecenin diğer gecelerden farklı olduğunu anlayabildi ne de melekler hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının farkına varabildiler.
Bâbil’in serin gecelerinden biriydi. Her zamanki sessizliğin içine inen iki melek, insan bedenine alışmaya çalışan tedirgin ve rahatsız halleriyle kenar mahallelerden şehre doğru ilerlediler. Gün ağarmaya başlamıştı. Uykudan yeni uyanan Bâbil halkı, evlerinden dışarı çıkarken iki melek sokaklardan hızla geçip büyük meydana doğru ilerliyordu. Harut ile Marut her ne kadar insan gibi görünseler de farklı duruyorlardı. İki meleği görenler yabancı olduklarını anlayıp garip garip bakıyorlar; kimi konuşmaya çalışıyor, kimi de hızla onlardan uzaklaşıyordu. Ama bu uzun boylu, heybetli ve iyi giyimli yabancılar herkesi ürkütmüştü. Evlerin önünden hızla geçerken, dalgalanan saçları, savrulan cübbeleri, görülmemiş güzellikteki urbalarıyla dikkat çekiyorlardı. Pencere ve kapılarda insanlar onları görmek için sıralanmıştı.
Sonunda iki melek Bâbil’in geniş ve kalabalık meydanına geldiler. Güneş ağır ağır yükseliyordu. Etrafta büyük bir telaş ve koşuşturma vardı. Mallarını pazara getirenler, erkenden alışverişe başlayanlar ve köle getiren kervancılar, çeşit çeşit hayvanı ve eşyayı satmak için hazırlıyorlardı. Telaş ve uğultu meydanın tek hâkimiydi. Sanki biraz önce, insan suretindeki bu iki meleği görmek için sokaklara çıkan halk bu değildi.
Harut’la Marut, meydanın ortasında bulunan ve kölelerin satılırken gösterildiği büyük ve yüksek taşın üzerine çıkıp bir süre dimdik durdular. Rüzgâr bile hızını kesip sakinleştiği halde insanlar onlara dönüp bakmadılar bile. Uğultu aksine daha da artıyordu ki, Harut havaya kaldırdığı iki elini yanlara doğru açarak bağırdı: “Ey insanlar !”
Harut’un sesi öyle gür çıkmıştı ki meydandaki herkes irkildi. Sesi ilahi bir ikaz gibi uzun süre yankılandı. Meydanı dolduran kalabalık adeta buz kesmişti. Daha önce duymadıkları ve hiçbir sese benzemeyen bu sesin meydanın ortasında duran iki yabancıdan birine ait olduğunu uzun süre kavrayamadılar.
* * *
Günbatımı gelip akşam yavaş yavaş inerken, iki yabancı ortadan kaybolmuştu. Kimse nereye gittiklerini bilmiyordu. Şehirde neredeyse her evde onlar konuşuluyordu. Herkes duydukları ya da gördükleri küçük ayrıntıları anlatıyor, kendi yorumlarını da olaya ekliyorlardı. Kimi, onların gece gökyüzünden rüzgârda salınarak düşen yapraklar gibi indiklerini söylüyor; kimisi tanrının elçisi olduklarını, uğur ve bereket getireceklerini iddia ediyordu. İçlerinden en genç olanı daha fazla dayanamayarak söze karıştı:
“Peki, ya bize öğreteceklerini söyledikleri şey hakkında ne düşünüyorsunuz?”
İhtiyarlardan biri gence doğru döndü, kaşlarını çatmıştı:
“Ben bu yaşıma kadar böyle bir şey işitmedim, babamdan da dedemden de. Hakkında bir şey bilmiyorum ve bilmediğim şeyler beni rahatsız eder. Ve siz gençler, hakkında bir şey bilmediğiniz yeni şeylere tamahkâr yaklaşırsınız. İşte bu beni korkutuyor.”
Yaşlılardan bir diğeri usulca ve kendi kendine konuşur gibi önüne bakarak söze karıştı:
“Sende bir zamanlar gençtin Balar. Unutma ki sende tamahkârdın. Hem bu yabancılar Tanrı tarafından gönderildiklerini söylüyorlar, senin Tanrın tarafından. Bu durumda neden endişeleniyorsun?”
Dostu Sima’yla atışmak istemeyen Balar öfkeyle odayı terk etti. Meclistekiler onun öfkeli haline alışık olduğundan gidişini umursamadılar. Onun çıkmasının ardından Sima sözlerine devam etti:
— ¬Bu yabancılar hakkında endişelenmeye gerek yok. Eğer söyledikleri gibi bize olağanüstü bir şey öğreteceklerse eminim bu şey herkesin hoşuna gidecektir. Yok, eğer yalancı çıkarlarsa o zaman başlarına gelecekleri onlar düşünsün.
Biraz önce konuşan genç aynı heyecanla yine söze karıştı:
— Ya gerçekten tanrı tarafından gönderilmişlerse?
Sima alaycı bir şekilde gülümsedi:
— Bunu Balar’a sorun, tanrıyla arası iyi olan o.
Balar meclisten ayrıldıktan sonra şehrin çıkışındaki tepeye doğru tırmandı. Şehir ışıklarını geride bırakarak, tepenin ardındaki çölün dalgalı kumlarını kaygılı gözlerle seyretmeye başladı. Sonra kendi kendiyle konuşur gibi kısık bir sesle:
“Yakında büyük şeyler olacak, görmediklerimizi göreceğiz; bilmediklerimizi öğreneceğiz. Önce bolluk sonra darlık bizi saracak. Tüm işaretler ortada.”
Sonra yere doğru diz çöktü. Başını gökyüzüne doğru kaldırdı:
“Ey atalarımın anlattığı, dedelerimden işittiğim, yerin göğün ve arasında olanların yaratıcısı! Beni duy! Çıkacak olan fitnenin şerrinden beni koru”
Derken çölün içinden şehrin karanlığına doğru ilerleyen birini fark etti. Kumlar üzeride yalın ayak yürüyen ve karanlıkta bile güzelliği alenen ortada olan bu kadın, gayet sakin bir şekilde Balar’ın bulunduğu tepenin alt kısmından geçerek şehre doğru ilerledi. Balar olduğu yerden yavaşça kalktı. Bir gün için yeterince gariplik gördüğünü düşünerek evin yolunu tuttu…
* * *
Günün ilk ışıklarıyla birlikte iki melek yine sokaklarda göründü. Meydandaki bir ağacın altına oturdular. Çevrelerini saran halk, onlara bir şeyler sormak için sabırsızlanıyordu fakat kimse bir şey söylemeye cesaret edemedi. Meleklerden biri ayağa kalkarak, “Ey insanlar” diye söze başladı. Gözleri etrafında toplanan insanların üzerinde dolaştı. Kalabalıktaki herkes, meleğin sadece kendisine gözlerini dikerek baktığını düşündü. Zannettiler ki bu bakış kalplerinde sakladıkları tüm sırları görebilecek kadar derin. Melek daha gür bir sesle devam etti:
— Eğer size öğreteceğimiz şeyleri karı-kocanın arasını bozmak için, cana kıymak, fesat çıkarmak ve bozgunculuk yapmak için kullanırsanız gizli ve saklı her şeyi bilen Rabbiniz sizi şiddetli bir azapla cezalandırır. Ey insanoğlu! Sakın ola ki bunları fenalık için kullanmayın!
O gün insanlar duymadıklarını duydular, görmediklerini gördüler. Gece olduğunda toprak damlı evlerden saraylara uzanan hayallerle uykuya daldılar.
Gece, çölü siyah bir örtü gibi kaplarken, iki melek şehrin kapısından çıktı. Çölün karanlığına doğru ilerlerken tepenin başında Balar’ı gördüler. Tepeden aşağı onlara doğru koşuyordu. Harut’la Marut ellerini kaldırarak ona durmasını işaret ettiler. Balar olduğu yerde çakılıp kaldı. Derken içinden bir sesin kendisine hitap ettiğini fark etti:
— Allah’ın elçisini bul !
İki melek yollarına devam edip gözden kayboldular. Yerinde öylece bakakalan Balar, bir süre sonra uzaklarda göğe doğru yükselen iki ışık gördü…
Sabah olduğunda insanlar sihir öğrenmenin heyecanı ile meydana doğru telaşlı adımlarla ilerlerken, Yaşlı Balar Allah’ın elçisini aramak üzere şehirden ayrıldı.
* * *
Melekler her sabah günün ilk ışıklarıyla şehre gelip, akşam karanlık bastırdığında şehirden çıkıp ortadan kayboluyorlardı. İnsanlar öğrendiklerini uygulama telaşına düşmüştü. Her gün yeni bir garipliğe şahit oluyorlardı. Günlerce uzayıp giden işler bir çırpıda bitiyordu. Tarlalar daha çabuk sulanıyor, duvarlar kolaylıkla örülüyordu. Bütün bunları yapabilmelerini sağlayan bu garip halin sebebini çözemiyorlardı. Her nasılsa oluyordu ve bu bilinmezlik umurlarında değildi. Sebebini ve nasıl meydana geldiğini bilmedikleri bu olaylara “sihir” dediler. Sihir, yani ‘sebebi gizli olan ince şey”
Melekler endişe içindeydi. İnsanlara sık sık bunun bir sınav olduğunu; öğrendiklerini iyiye kullanırlarsa iyilik, kötüye kullanırlarsa kötülük yapacaklarını, nimete nankörlük etmemelerini hatırlatıyorlardı.
Günler bu şekilde geçerken bir gün Harut’la Marut’un yanına çok güzel bir kadın geldi. Adını çöl çiçeği Zühre’den alan bu kadın, Balar’ın gece çölde gördüğü kadındı. İki melek kadının güzelliğine hayran kaldılar. İnsanlar, gözlerini bürüyen hırsın ve sihrin sarhoşluğuyla Zühre’yi fark etmediler bile. Melekler ise daha önce gördükleri hiçbir şeyle kıyaslayamadılar onun güzelliğini. Bakışları iki meleğe hiç hissetmedikleri duyguları yaşattı. Bir şeyin etkisi altına girmişlerdi. Öyle bir sihirdi ki bu, kalbi tutsak ediyordu. Ve iki melek kadına meylettiler…

Kadın onlara:
“Beni istiyorsanız, şu yanımdaki çocuğu öldürün” dedi. Oysa iki meleğe haksız yere cana kıymak yasak kılınmıştı. Harut’la Marut, biz Allahtan korkarız, dediler.
Zühre bir zaman sonra yine geldi. İki melekten İsm-i Âzam duasını öğretmelerini istedi. Bu dua Meleklerin her akşam göğe yükselmelerini sağlayan ilahi bir kelamdı… Zühre’nin bu isteğini de reddettiler. Ama her geçen gün Harut’la Marut’un bu kadına olan tutkusu artıyordu.
Zühre üçüncü kez geldiğinde adeta güzelliğin zirvesine ulaşmıştı. Onun zarafetinden başları dönen iki melek, daha fazla direnemeyip kadının üçüncü isteğini kabul ettiler. Zühre bu kez de iki melekten şarap içmelerini istemiş, onlar da diğer isteklere göre bunu daha makul görmüşlerdi. Hem onlar zaten Zühre’nin güzelliğinden sarhoş olmuşlardı bile. Oysa Allah onlara şarap içmeyi de yasak kılınmıştı. Ve iki melek Allaha verdikleri sözü tutamadılar…
Günahın kuytusunda şarabın ilk yudumlarını istemeyerek de olsa içen melekler, içtikçe daha fazla içmek istediler. Bir süre sonra kendilerini kaybettiler. Uyandıklarında ise dehşete kapıldılar. Ayıkken yapmayı reddettikleri her şeyi yapmışlardı… Zühre’nin yanındaki çocuğu öldürüp onunla birlikte olmuşlar, İsm-i Âzam duasını da farkında olmadan söylemişlerdi.
Zühre ortadan kaybolmuştu ve iki melek pişmanlıklarıyla baş başa kaldılar…

SALİSEN
Balar yaptığı uzun yolculukta bulamadığı Allah’ın elçisine şehre dönerken çölde rastladı. Bir kuyunun başında duruyordu. Balar ona başından geçenleri anlatırken bir yandan şehre doğru yola koyuldular. Allah’ın elçisi Balar’ı dinledikten sonra bu yolculuk sayesinde insanların çıkardığı fitneden uzak kalabildiğini anladı. Olayların aslını en başından anlatmaya başladı:
“Âdem Babamızın çocuklarından Kabil, Habil’i öldürdükten sonra uzun yıllar boyunca sefil bir hayat yaşadı. Bir gün torununun torunu, oğluyla birlikte şehrin dışına doğru yürürken yolda ona rastladılar. Çocuk babasına “Bu kim?” diye sordu. Babası “Bu senin büyük büyük dedelerinden Kabil’dir” dedi. Çocuk öfkelenip “Benim dedelerimden Habil’i öldüren Kabil mi?”dedi. Babası evet, deyince yerden aldığı taşı hışımla Kabil’e fırlattı. Ve Kabil bu taşla olduğu yere yığılıp kaldı.
Bu manzarayı göklerden seyreden melekler, insanoğlunu kınadılar. Allah Celle Celalihu, onlara “Eğer size de nefis ve şehvet verseydim, sizde onlar gibi olurdunuz” diye nida etti. Melekler hayır, dediler “Biz onlar gibi sapkınlık yapmazdık.” Allah Celle Celalihu, “Öyleyse aranızdan en güvendiğiniz iki meleği seçip bana gönderin. Onlara nefis ve şehvet verip yeryüzüne göndereyim. “ dedi. Melekler takvalarına güvendikleri Harut’la Marut’u seçtiler. Bu iki melek sihri öğretmek üzere dünyaya gönderilecekti. Rab’lerinin insanları sınamak için gönderdiği bu melekler, “ Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkâr etme!”* diye uyardıktan sonra sihri öğreteceklerdi. Fakat önemli bir sınav da onları bekliyordu.
Allah Celle Celalihu onlara nefis ve şehvet vererek dünyaya gönderdi. Şarap içmeyi, haksız yere câna kıymayı ve zina etmeyi yasakladı. Ancak onlar bu yasaklara riayet edemeyip şarabın sarhoşluğuyla yasakları çiğnediler. Rab’leri onlara ceza olarak dünyada mı ahirette mi azap istersiniz diye sorunca onlar “Biz ahiret azabına tahammül edemeyiz, bize dünya da azap ver.” dediler. Ve Rab’leri onları kıyamete kadar sürecek bir azapla cezalandırdı. “
Sözün bu kısmında Balar Allah’ın elçisine dönüp “Yoksa kuyu mu?” diye sordu. Ardından uzun bir sükût gecenin derinliğine doğru uzayıp gitti…
Şehre ulaştıklarında söylentiler her yere yayılmıştı. İnsanlar Harut’la Marut’un bir kuyuya baş aşağı asılmak suretiyle cezalandırıldıklarını, kıyamete kadar suya bir karış mesafede suya muhtaç olarak kalacaklarını söylüyorlardı. Zühre hakkında da söylentiler vardı. Tanrı onu bir çöl çiçeğinden kadın suretine getirmiş sonra da melekleri onun güzelliği ile sınamıştı. Peki, sonra ona ne olmuştu? Biri dedi ki: Zühre, İsm-i Âzam duasını öğrendikten sonra duayı okuyup arşa yükseldi ve Tanrı da onu gökyüzünde bir yıldız haline getirdi…

İki melek ayaklarından asılı durdukları karanlık kuyuda susuzluktan çok pişmanlıkla kavrulurken çölle ilgili her hikâye gibi bu hikâye de kuyuyla başlıyordu…
________________________________________
* Bakara suresi, 102. ayet.


 “Süleymân’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbî oldular. Hâlbuki Süleymân, (sihir yapıp) kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Bâbil’de Hârût ile Mârût isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek, herkese:

«–Biz ancak imtihan için gönderildik. Sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız!» demeden, hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile kocanın arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allâh’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de, zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) âhiretten nasîbi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” (el-Bakara, 102)
Ayet bu.

Bu hikaye tamamen alıntıdır.

Neden mi bu hikayeyle açıldı perdemiz?
Bu hikaye insanların nasıl herşeyin daha fazlasını istediklerini, nasıl kolayca yoldan çıkabileceklerini anlatıyor. Belki bu hikaye tamamen uydurma ama bilmekte öğrenmekte zarar yok. Kapıyı biraz daha aralayıp bilmediklerimizi gerçek olmasa bile öğrenmekte fayda var. Bir sonraki yazımda Hz. Süleyman'a değineceğim. Herşey onun tapınağında başlıyor....