Bu sefer günlerdir üzerinde bilgi topladığım bir konuya başlayacağım.
Bu aslında bütün insanlığı ilgilendiren bir konu. Bilinmeyenlerle,
sırlarla, sihirler, büyüler, şeytanlar ve meleklerle ilgili... Hayretle
uyandığım uykuları unutturan, gözlerimi açan -aynı Matrix filmindeki
gibi- hala inanmak istemediğim bilgilerin özeti... Ama bu hayatımın en
uzun özeti olacak:
İlk hikayemizin yazarı ben değilim. Dünyanın şu anki efendilerinin
güçlerini nereden aldıklarını tarihin en derinine giderek açıklayacağım.
Perde:
Harut ile Marut "Kuyunun Hikayesi"(Fallen Angels)
Çölle ilgili her hikâye gibi bu hikâye de kuyuyla başlıyordu. Su,
çölün kıymetlisiydi ve kuyu suyu bağrında taşıyordu. Su arayana Yusuf
veriyordu bazen yahut ölümün eşiğindekine hayat…
İhtiyar adam kuyuya yaklaşırken Yusuf bulmayı beklemiyordu elbet ama onu
çölün en bilinmez köşesine atan kum fırtınasından sonra kuyuda hiç
olmazsa bir damla umut bulabilirdi… Ama bunun yerine bir hikâye buldu.
Yeryüzünde yaşamın başlamasıyla başlayan, bitmesiyle bitecek olan bir
hikâye.
Titreyen elleriyle kuyunun ağzını kapayan büyükçe taşı kaldırmaya
çalışırken taşın üzerindeki kadim zamanlara ait yazıyı gördü. Birden
ürktü, kalbinin sıkıştığını hissetti. “Bir kuyunun ağzı neden kitabeyle
kapatılır ki” diye düşündü. Sonra haline gülüp söylenmeye başladı:
“Uçsuz bucaksız çölün, günlerce süren kum fırtınalarının ve susuzluğun
durduramadığı ihtiyar kalbimi bir kör kuyu durduracaktı az daha.”
Üç gün önce kervanı basan haramilerden kaçıp çölün derinliklerine
doğru atıyla doludizgin giderken ilk kez kalbinin teklediğini
hissetmişti. İki gün süren kum fırtınasının ardından ölüme bu kadar
yaklaşmışken bu kuyu bir umut gibi karşısında duruyordu.
İhtiyar, titreyen dudaklarıyla Allah’ın adını andıktan sonra tüm
gücüyle kapağı açmak için yüklendi. Son gücünü son umudu için
harcadığının farkındaydı. Ve kuyunun ağzını kapayan taş yavaş yavaş
hareket etmeye başladığında ihtiyarın gözlerinin içi gülüyordu. Daha bir
kuvvetle zorladığı kapağı yarıya kadar açtığında ise bir gariplik
hissetti. Kuyunun karanlığı içinde bir kıpırdanma vardı. Daha iyi
görebilmek için biraz eğildi. Gözleri karanlığa alışmaya başladığında
kuyunun dibine doğru uzanan iki halat gördü. Halatların ucunda
ayaklarından baş aşağı asılmış iki kişi duruyordu. Gözlerine inanamadı…
Kuyuda asılı duranların hareket ettiklerini gördüğünde artık ayakları
onu taşımaz oldu. Korkuyla yere yığılırken kalp atışları iyice
zayıflamıştı. Kumların üzerine boylu boyunca uzanırken bu kumların
mezarı olacağını anlamıştı. Son bir gayretle kelime-i şahadet
getirirken, kuyudakiler “Muhammedun Rasulullah” kelamını duyduklarında
irkildiler… Ayaklarından asılı duranlardan biri, diğerine:
“Duydun mu?” dedi heyecanla, “son peygamberin ismini söyledi.”
“Evet” dedi diğeri, gözlerinin içi gülüyordu:
“Demek ki kıyamet yakın ve cezamızın bitmesine az kaldı”
SANİYEN
Rivayet odur ki Harut ve Marut adlı iki melek bir gece kayan
yıldızlar gibi eski Bâbil şehrine indiler. Ne insanlar bu gecenin diğer
gecelerden farklı olduğunu anlayabildi ne de melekler hiçbir şeyin
eskisi gibi olmayacağının farkına varabildiler.
Bâbil’in serin gecelerinden biriydi. Her zamanki sessizliğin içine
inen iki melek, insan bedenine alışmaya çalışan tedirgin ve rahatsız
halleriyle kenar mahallelerden şehre doğru ilerlediler. Gün ağarmaya
başlamıştı. Uykudan yeni uyanan Bâbil halkı, evlerinden dışarı çıkarken
iki melek sokaklardan hızla geçip büyük meydana doğru ilerliyordu. Harut
ile Marut her ne kadar insan gibi görünseler de farklı duruyorlardı.
İki meleği görenler yabancı olduklarını anlayıp garip garip bakıyorlar;
kimi konuşmaya çalışıyor, kimi de hızla onlardan uzaklaşıyordu. Ama bu
uzun boylu, heybetli ve iyi giyimli yabancılar herkesi ürkütmüştü.
Evlerin önünden hızla geçerken, dalgalanan saçları, savrulan cübbeleri,
görülmemiş güzellikteki urbalarıyla dikkat çekiyorlardı. Pencere ve
kapılarda insanlar onları görmek için sıralanmıştı.
Sonunda iki melek Bâbil’in geniş ve kalabalık meydanına geldiler.
Güneş ağır ağır yükseliyordu. Etrafta büyük bir telaş ve koşuşturma
vardı. Mallarını pazara getirenler, erkenden alışverişe başlayanlar ve
köle getiren kervancılar, çeşit çeşit hayvanı ve eşyayı satmak için
hazırlıyorlardı. Telaş ve uğultu meydanın tek hâkimiydi. Sanki biraz
önce, insan suretindeki bu iki meleği görmek için sokaklara çıkan halk
bu değildi.
Harut’la Marut, meydanın ortasında bulunan ve kölelerin satılırken
gösterildiği büyük ve yüksek taşın üzerine çıkıp bir süre dimdik
durdular. Rüzgâr bile hızını kesip sakinleştiği halde insanlar onlara
dönüp bakmadılar bile. Uğultu aksine daha da artıyordu ki, Harut havaya
kaldırdığı iki elini yanlara doğru açarak bağırdı: “Ey insanlar !”
Harut’un sesi öyle gür çıkmıştı ki meydandaki herkes irkildi. Sesi
ilahi bir ikaz gibi uzun süre yankılandı. Meydanı dolduran kalabalık
adeta buz kesmişti. Daha önce duymadıkları ve hiçbir sese benzemeyen bu
sesin meydanın ortasında duran iki yabancıdan birine ait olduğunu uzun
süre kavrayamadılar.
* * *
Günbatımı gelip akşam yavaş yavaş inerken, iki yabancı ortadan
kaybolmuştu. Kimse nereye gittiklerini bilmiyordu. Şehirde neredeyse her
evde onlar konuşuluyordu. Herkes duydukları ya da gördükleri küçük
ayrıntıları anlatıyor, kendi yorumlarını da olaya ekliyorlardı. Kimi,
onların gece gökyüzünden rüzgârda salınarak düşen yapraklar gibi
indiklerini söylüyor; kimisi tanrının elçisi olduklarını, uğur ve
bereket getireceklerini iddia ediyordu. İçlerinden en genç olanı daha
fazla dayanamayarak söze karıştı:
“Peki, ya bize öğreteceklerini söyledikleri şey hakkında ne düşünüyorsunuz?”
İhtiyarlardan biri gence doğru döndü, kaşlarını çatmıştı:
“Ben bu yaşıma kadar böyle bir şey işitmedim, babamdan da dedemden
de. Hakkında bir şey bilmiyorum ve bilmediğim şeyler beni rahatsız eder.
Ve siz gençler, hakkında bir şey bilmediğiniz yeni şeylere tamahkâr
yaklaşırsınız. İşte bu beni korkutuyor.”
Yaşlılardan bir diğeri usulca ve kendi kendine konuşur gibi önüne bakarak söze karıştı:
“Sende bir zamanlar gençtin Balar. Unutma ki sende tamahkârdın. Hem bu
yabancılar Tanrı tarafından gönderildiklerini söylüyorlar, senin Tanrın
tarafından. Bu durumda neden endişeleniyorsun?”
Dostu Sima’yla atışmak istemeyen Balar öfkeyle odayı terk etti.
Meclistekiler onun öfkeli haline alışık olduğundan gidişini
umursamadılar. Onun çıkmasının ardından Sima sözlerine devam etti:
— ¬Bu yabancılar hakkında endişelenmeye gerek yok. Eğer söyledikleri
gibi bize olağanüstü bir şey öğreteceklerse eminim bu şey herkesin
hoşuna gidecektir. Yok, eğer yalancı çıkarlarsa o zaman başlarına
gelecekleri onlar düşünsün.
Biraz önce konuşan genç aynı heyecanla yine söze karıştı:
— Ya gerçekten tanrı tarafından gönderilmişlerse?
Sima alaycı bir şekilde gülümsedi:
— Bunu Balar’a sorun, tanrıyla arası iyi olan o.
Balar meclisten ayrıldıktan sonra şehrin çıkışındaki tepeye doğru
tırmandı. Şehir ışıklarını geride bırakarak, tepenin ardındaki çölün
dalgalı kumlarını kaygılı gözlerle seyretmeye başladı. Sonra kendi
kendiyle konuşur gibi kısık bir sesle:
“Yakında büyük şeyler olacak, görmediklerimizi göreceğiz;
bilmediklerimizi öğreneceğiz. Önce bolluk sonra darlık bizi saracak. Tüm
işaretler ortada.”
Sonra yere doğru diz çöktü. Başını gökyüzüne doğru kaldırdı:
“Ey atalarımın anlattığı, dedelerimden işittiğim, yerin göğün ve
arasında olanların yaratıcısı! Beni duy! Çıkacak olan fitnenin şerrinden
beni koru”
Derken çölün içinden şehrin karanlığına doğru ilerleyen birini fark
etti. Kumlar üzeride yalın ayak yürüyen ve karanlıkta bile güzelliği
alenen ortada olan bu kadın, gayet sakin bir şekilde Balar’ın bulunduğu
tepenin alt kısmından geçerek şehre doğru ilerledi. Balar olduğu yerden
yavaşça kalktı. Bir gün için yeterince gariplik gördüğünü düşünerek evin
yolunu tuttu…
* * *
Günün ilk ışıklarıyla birlikte iki melek yine sokaklarda göründü.
Meydandaki bir ağacın altına oturdular. Çevrelerini saran halk, onlara
bir şeyler sormak için sabırsızlanıyordu fakat kimse bir şey söylemeye
cesaret edemedi. Meleklerden biri ayağa kalkarak, “Ey insanlar” diye
söze başladı. Gözleri etrafında toplanan insanların üzerinde dolaştı.
Kalabalıktaki herkes, meleğin sadece kendisine gözlerini dikerek
baktığını düşündü. Zannettiler ki bu bakış kalplerinde sakladıkları tüm
sırları görebilecek kadar derin. Melek daha gür bir sesle devam etti:
— Eğer size öğreteceğimiz şeyleri karı-kocanın arasını bozmak için,
cana kıymak, fesat çıkarmak ve bozgunculuk yapmak için kullanırsanız
gizli ve saklı her şeyi bilen Rabbiniz sizi şiddetli bir azapla
cezalandırır. Ey insanoğlu! Sakın ola ki bunları fenalık için
kullanmayın!
O gün insanlar duymadıklarını duydular, görmediklerini gördüler. Gece
olduğunda toprak damlı evlerden saraylara uzanan hayallerle uykuya
daldılar.
Gece, çölü siyah bir örtü gibi kaplarken, iki melek şehrin kapısından
çıktı. Çölün karanlığına doğru ilerlerken tepenin başında Balar’ı
gördüler. Tepeden aşağı onlara doğru koşuyordu. Harut’la Marut ellerini
kaldırarak ona durmasını işaret ettiler. Balar olduğu yerde çakılıp
kaldı. Derken içinden bir sesin kendisine hitap ettiğini fark etti:
— Allah’ın elçisini bul !
İki melek yollarına devam edip gözden kayboldular. Yerinde öylece
bakakalan Balar, bir süre sonra uzaklarda göğe doğru yükselen iki ışık
gördü…
Sabah olduğunda insanlar sihir öğrenmenin heyecanı ile meydana doğru
telaşlı adımlarla ilerlerken, Yaşlı Balar Allah’ın elçisini aramak üzere
şehirden ayrıldı.
* * *
Melekler her sabah günün ilk ışıklarıyla şehre gelip, akşam karanlık
bastırdığında şehirden çıkıp ortadan kayboluyorlardı. İnsanlar
öğrendiklerini uygulama telaşına düşmüştü. Her gün yeni bir garipliğe
şahit oluyorlardı. Günlerce uzayıp giden işler bir çırpıda bitiyordu.
Tarlalar daha çabuk sulanıyor, duvarlar kolaylıkla örülüyordu. Bütün
bunları yapabilmelerini sağlayan bu garip halin sebebini çözemiyorlardı.
Her nasılsa oluyordu ve bu bilinmezlik umurlarında değildi. Sebebini ve
nasıl meydana geldiğini bilmedikleri bu olaylara “sihir” dediler.
Sihir, yani ‘sebebi gizli olan ince şey”
Melekler endişe içindeydi. İnsanlara sık sık bunun bir sınav
olduğunu; öğrendiklerini iyiye kullanırlarsa iyilik, kötüye
kullanırlarsa kötülük yapacaklarını, nimete nankörlük etmemelerini
hatırlatıyorlardı.
Günler bu şekilde geçerken bir gün Harut’la Marut’un yanına çok güzel
bir kadın geldi. Adını çöl çiçeği Zühre’den alan bu kadın, Balar’ın
gece çölde gördüğü kadındı. İki melek kadının güzelliğine hayran
kaldılar. İnsanlar, gözlerini bürüyen hırsın ve sihrin sarhoşluğuyla
Zühre’yi fark etmediler bile. Melekler ise daha önce gördükleri hiçbir
şeyle kıyaslayamadılar onun güzelliğini. Bakışları iki meleğe hiç
hissetmedikleri duyguları yaşattı. Bir şeyin etkisi altına girmişlerdi.
Öyle bir sihirdi ki bu, kalbi tutsak ediyordu. Ve iki melek kadına
meylettiler…
Kadın onlara:
“Beni istiyorsanız, şu yanımdaki çocuğu öldürün” dedi. Oysa iki
meleğe haksız yere cana kıymak yasak kılınmıştı. Harut’la Marut, biz
Allahtan korkarız, dediler.
Zühre bir zaman sonra yine geldi. İki melekten İsm-i Âzam duasını
öğretmelerini istedi. Bu dua Meleklerin her akşam göğe yükselmelerini
sağlayan ilahi bir kelamdı… Zühre’nin bu isteğini de reddettiler. Ama
her geçen gün Harut’la Marut’un bu kadına olan tutkusu artıyordu.
Zühre üçüncü kez geldiğinde adeta güzelliğin zirvesine ulaşmıştı.
Onun zarafetinden başları dönen iki melek, daha fazla direnemeyip
kadının üçüncü isteğini kabul ettiler. Zühre bu kez de iki melekten
şarap içmelerini istemiş, onlar da diğer isteklere göre bunu daha makul
görmüşlerdi. Hem onlar zaten Zühre’nin güzelliğinden sarhoş olmuşlardı
bile. Oysa Allah onlara şarap içmeyi de yasak kılınmıştı. Ve iki melek
Allaha verdikleri sözü tutamadılar…
Günahın kuytusunda şarabın ilk yudumlarını istemeyerek de olsa içen
melekler, içtikçe daha fazla içmek istediler. Bir süre sonra kendilerini
kaybettiler. Uyandıklarında ise dehşete kapıldılar. Ayıkken yapmayı
reddettikleri her şeyi yapmışlardı… Zühre’nin yanındaki çocuğu öldürüp
onunla birlikte olmuşlar, İsm-i Âzam duasını da farkında olmadan
söylemişlerdi.
Zühre ortadan kaybolmuştu ve iki melek pişmanlıklarıyla baş başa kaldılar…
SALİSEN
Balar yaptığı uzun yolculukta bulamadığı Allah’ın elçisine şehre
dönerken çölde rastladı. Bir kuyunun başında duruyordu. Balar ona
başından geçenleri anlatırken bir yandan şehre doğru yola koyuldular.
Allah’ın elçisi Balar’ı dinledikten sonra bu yolculuk sayesinde
insanların çıkardığı fitneden uzak kalabildiğini anladı. Olayların
aslını en başından anlatmaya başladı:
“Âdem Babamızın çocuklarından Kabil, Habil’i öldürdükten sonra uzun
yıllar boyunca sefil bir hayat yaşadı. Bir gün torununun torunu, oğluyla
birlikte şehrin dışına doğru yürürken yolda ona rastladılar. Çocuk
babasına “Bu kim?” diye sordu. Babası “Bu senin büyük büyük dedelerinden
Kabil’dir” dedi. Çocuk öfkelenip “Benim dedelerimden Habil’i öldüren
Kabil mi?”dedi. Babası evet, deyince yerden aldığı taşı hışımla Kabil’e
fırlattı. Ve Kabil bu taşla olduğu yere yığılıp kaldı.
Bu manzarayı göklerden seyreden melekler, insanoğlunu kınadılar. Allah
Celle Celalihu, onlara “Eğer size de nefis ve şehvet verseydim, sizde
onlar gibi olurdunuz” diye nida etti. Melekler hayır, dediler “Biz onlar
gibi sapkınlık yapmazdık.” Allah Celle Celalihu, “Öyleyse aranızdan en
güvendiğiniz iki meleği seçip bana gönderin. Onlara nefis ve şehvet
verip yeryüzüne göndereyim. “ dedi. Melekler takvalarına güvendikleri
Harut’la Marut’u seçtiler. Bu iki melek sihri öğretmek üzere dünyaya
gönderilecekti. Rab’lerinin insanları sınamak için gönderdiği bu
melekler, “ Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkâr etme!”* diye
uyardıktan sonra sihri öğreteceklerdi. Fakat önemli bir sınav da onları
bekliyordu.
Allah Celle Celalihu onlara nefis ve şehvet vererek dünyaya
gönderdi. Şarap içmeyi, haksız yere câna kıymayı ve zina etmeyi
yasakladı. Ancak onlar bu yasaklara riayet edemeyip şarabın
sarhoşluğuyla yasakları çiğnediler. Rab’leri onlara ceza olarak dünyada
mı ahirette mi azap istersiniz diye sorunca onlar “Biz ahiret azabına
tahammül edemeyiz, bize dünya da azap ver.” dediler. Ve Rab’leri onları
kıyamete kadar sürecek bir azapla cezalandırdı. “
Sözün bu kısmında Balar Allah’ın elçisine dönüp “Yoksa kuyu mu?” diye
sordu. Ardından uzun bir sükût gecenin derinliğine doğru uzayıp gitti…
Şehre ulaştıklarında söylentiler her yere yayılmıştı. İnsanlar
Harut’la Marut’un bir kuyuya baş aşağı asılmak suretiyle
cezalandırıldıklarını, kıyamete kadar suya bir karış mesafede suya
muhtaç olarak kalacaklarını söylüyorlardı. Zühre hakkında da söylentiler
vardı. Tanrı onu bir çöl çiçeğinden kadın suretine getirmiş sonra da
melekleri onun güzelliği ile sınamıştı. Peki, sonra ona ne olmuştu? Biri
dedi ki: Zühre, İsm-i Âzam duasını öğrendikten sonra duayı okuyup arşa
yükseldi ve Tanrı da onu gökyüzünde bir yıldız haline getirdi…
İki melek ayaklarından asılı durdukları karanlık kuyuda susuzluktan
çok pişmanlıkla kavrulurken çölle ilgili her hikâye gibi bu hikâye de
kuyuyla başlıyordu…
________________________________________
* Bakara suresi, 102. ayet.
“Süleymân’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup
söylediklerine tâbî oldular. Hâlbuki Süleymân, (sihir yapıp) kâfir
olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Bâbil’de
Hârût ile Mârût isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o
iki melek, herkese:
«–Biz ancak imtihan için gönderildik. Sakın yanlış inanıp da kâfir
olmayasınız!» demeden, hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o
iki melekten, karı ile kocanın arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı.
Oysa büyücüler, Allâh’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.
Onlar, kendilerine fayda vereni değil de, zarar vereni öğrenirler. Sihri
satın alanların (ona inanıp para verenlerin) âhiretten nasîbi
olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları
şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” (el-Bakara, 102)
Ayet bu.
Bu hikaye tamamen alıntıdır.
Neden mi bu hikayeyle açıldı perdemiz?
Bu hikaye insanların nasıl herşeyin daha fazlasını istediklerini, nasıl
kolayca yoldan çıkabileceklerini anlatıyor. Belki bu hikaye tamamen
uydurma ama bilmekte öğrenmekte zarar yok. Kapıyı biraz daha aralayıp
bilmediklerimizi gerçek olmasa bile öğrenmekte fayda var. Bir sonraki
yazımda Hz. Süleyman'a değineceğim. Herşey onun tapınağında başlıyor....